Dünyanın En İlginç Hayvanları ve İnanılmaz Özellikleri

Fenersi Balıklar

Büyük kafaları, geniş göğüs yüzgeçleri vardır. Genellikle derin denizlerde yaşarlar. Alt çeneleri üste göre daha öndedir ve uzun dişleri vardır.

Vampir Mürekkep Balığı

Derin denizlerde uzun yıllardır evrim geçirmeden yaşayan bir hayvandır. Avını yakalamadan önce tüm kollarını açarak siyah renge dönüşür.

Yapraklı Deniz Ejderi

Dünyanın en renkli hayvanları arasında yer alırlar ve gövdesinde yaprak benzeri çıkıntılar vardır. Bu şekilde de kendilerini kamufle ederler.

Narval

Denizgergedanı olarak da bilinirler ve Kuzey Kutbu denizlerinde yaşarlar. Alınlarındaki uzantı ise aslında bir diştir ve erkeklerde çıkmaktadır. Bu diş 3 metreye kadar uzayabilir.

Blobfish

Fazlasıyla mutsuz görünümlü olan balık, Avustralya ve Tazmanya’da 600 – 1200 metre arasında yaşar. Görünümü nedeniyle çirkin balık ismi verilmiştir.

Yangtze Dev Yumuşak Kabuklu Kaplumbağa

En nadir canlı türlerinden birisidir ve oldukça büyüktür. Şimdiye kadar sadece 3 tanesine rastlanmıştır.

Pacu

İnsana benzeyen dişleri ile dikkat çeken bir balık türüdür. Görüntüsü pirana ile karıştırılmaktadır. Farkları ise alt çeneleridir.

Ay-Ay

Madagaskar’da yaşarlar ve nadir bir makimsi maymun türüdür. Uzun parmakları vardır ve gece ortaya çıkan en büyük primattır.

Çalıbebeği

Literatürde Galagogiller olarak bilinir ve iri gözleri, nemli burunları vardır. Primat türüdür ve parmaklarının uçlarında vantuz görevi gören çekmenler bulunur.

Ornitorenk

Yumurtlayan memelilerdendir ve ördek gagaları ile bilinirler. Kunduz kuyrukları vardır ve erkeklerinin arka ayağında zehirli bir mahmuz bulunur.

Dumbo Ahtapotu

Dünyanın en sevimli ahtapotu desek yeridir. Nadir bir türdür ve derin denizlerde yaşarlar. Kafasının yanındaki çıkıntılar ise kulak değil, gözdür.

Dev Ağızlı Köpekbalığı

Sadece planktonlar ile beslenir ve nadir bir türdür. Şimdiye kadar 30 kadar görülebilmiştir ve bu nedenle fazla incelenememiş bir köpekbalığıdır.

Engerek Balığı

Uzun ve iğne dişli bir balıktır. 1300 metre gibi derin denizlerde yaşarlar. Yırtıcı bir avcıdır. Avlanmadan önce avlarını bir araya toplarlar. Sırtlarında ise ışık üreten dikenler vardır.

Dev Kalamar

Derin okyanuslarda yaşarlar. Kafasının yanından çıkan iki kol nedeniyle dişilerinin boyu 13 metreye kadar ulaşabilir. Erkekler ise 10 metre kadardır. Göz çapları ise 30 santimetreyi bulabilir.

Tazmanya Canavarı

Sansargiller familyasının en büyük temsilcisidir. Küçük bir köpek boyutlarındadır ve kaslı bir hayvandır. Dünyanın en büyük etobur keselisidir.

Dodo

Soyu tükenmiş hayvanlardandır ve kocaman gagaları ile bilinirler. Yaklaşık 1 metre boyları ve 20 kilogram ağırlıkları bulunur. Ayrıca uçamayan bir kuş türüdür.

Peygamberdevesi

Ön iki bacağının eklemden kırık olması nedeniyle dua ediyor gibi görünürler. 1800 türü bulunur ve tropik bölgelerde yaşarlar.

Opabinia

Tarih öncesi hayvanlardandır ve Kambriyen döneminin ortalarında yaşadığı düşünülmektedir. Fosillerine göre 5 gözü vardır. Burnu ise hortum gibidir ve ucu yengeç kıskacına benzer.

Yakalı Kertenkele

İnce vücutlu, uzun kuyruklu ve 90 santimetre boyundadırlar. Boyunlarının etrafındaki yaka ise en belirgin özellikleridir. Bu yaka, heyecanlandıkları zaman 20 santimetre kadar açılır.

Komodo Ejderi

Dünyanın en büyük kertenkelesidir ve 3 metre kadar olabilirler. İyi yüzerler ve tırmanırlar. Çatallı dilleri ile yiyecek bulurlar ve geyik avlayabilirler.

Bal Porsuğu

Sansargillerin en yırtıcı türlerindendir. Cesur, inatçı ve zora dayanıklıdırlar. Kobra ve engerek yılanlarına saldırma cesaretine sahiptirler ve leopar gibi hayvanlara bile kafa tutarlar.

Amfipotlar

Tırnaksı olarak da bilinirler ve etçil kabuklulardır. 7000 türü olduğunu bilinir ve 750 türü mağaralarda görülür. Çok fazla oldukları için dikkat çekmezler.

Kutu Denizanası

Dünyanın en zehirli üçüncü canlısıdır ve zehri bir insanı 90 dakika içinde öldürebilir. Dokunçları 3 metreye ulaşabilir.

 

 

Hayvanlar Alemi

Hayvanlar Alemiyle İlgili Temel Bilgiler

Hayvanlar aleminin Latince ismi Animalia olarak bilinmektedir. Bu alem kendi içinde gruplara ayrılmaktadır. Bu gruplar canlıların sınıflandırılması başlığı altında da yer almaktadır.

Hayvanlar aleminde hayvanlara özgü evreler bulunmaktadır. Bu bilgiler eşliğinde doğada yaşamak isteyen insanlar genel bilgilere ulaşmaktadır. Çünkü doğa sadece insanlardan meydana gelmemektedir. Doğanın içinde insanlar, hayvanlar ve bitkiler yaşam sürmektedir.

Hayvanlar alemi zooloji biliminin temelini oluşturmaktadır. Zooloji hayvan bilimi demektir. Bu bilim dalı hayvanların biyolojisini detaylıca incelemektedir. Soyu tükenen türler, eski çağlarda yaşamış hayvanlar, soyu tükenme tehlikesinde olan hayvanlar bu bilimin inceleme konusu içindedir.

Hayvanlar Alemi Özellikleri

Hayvanlar alemi özellikleri dendiğinde ortak ve özel özellikler devreye girmektedir. Bilindiği gibi hayvanlar aleminde her hayvanın kendine has ayrı özellikleri bulunmaktadır. Fakat buna rağmen hayvanlar aleminde yer alan tüm canlıların bazı ortak özellikleri de sayılmaktadır.

İşte ilk olarak hayvanlar aleminin ortak özelliklerine yer verelim;

Hücre yapısı ökaryotik yapıdadır.

Çok hücreli yapı söz konusudur.

Üreme şekli eşeyli üreme olarak geçmektedir.

Hayvanlar alemindeki canlılarda özel dokular bulunmaktadır.

Hareket kabiliyeti vardır.

Yiyecekleri yutma yetenekleri bulunmaktadır.

Gelişmiş sinir sistemleri mevcuttur.

Bu ortak özellikler dışında hayvanlar aleminde yer alan bazı hayvanların kendilerine has olan özelliklerden bahsedelim.

Kelebek, örümcek, çekirge, Japon balığı, sazan, turna balığı, yılan, timsah, kurbağa, arı, muhabbet kuşu, papağan, yarasa gibi hayvanların belirli türleri, özellikleri, yer aldığı kategorisi bulunmaktadır.

Örneğin kelebek omurgasız hayvanlar arasındadır. Kelebek hayvanı kanatlı, uçabilen bir hayvandır. Yumurta ile üreme gerçekleştirmektedir. Kendi arasında cinsleri bulunmaktadır. Geneli pullarla ve parlak renklerle donatılmıştır. Vücut yapısı da böceklere benzetilmektedir. Gözleri başının iki tarafındadır. Hatta bazı kelebekler 20.000 adet küçük gözden oluşmaktadır. Ağız kısımları emici özelliğe sahiptir.

Japon Çin altın balık olarak bilinir. Soğuk suda yaşarlar ve ömürleri yaklaşık beş yıldır. Türleri saldırgan değildir. Hafızaları ise bilinenin aksinedir. Saniyelik bir hafıza yerine altı aylık hafızaları vardır. Balıklar omurgalı hayvan kategorisinde yer almaktadır. Dolayısıyla da Japon balığı omurgalıdır.

Timsah canlısı ise su içinde oldukça etkendir. Hatta üç saat suyun dibinde kalabilmektedir. İnsanlar arasında hızlı yüzücüler olarak bilinmektedir. Kalp yapıları dört odacıklı şeklindedir. Diller alt çeneye yapışıktır ve güçlü kaslara sahiptir. Çene kemikleri de hareketsizdir. Bu yüzden görevleri dil üstlenmektedir. Timsahlar sürüngenler grubunda yer alarak omurgalı hayvanlar listesindedir.

Arılar ise dört kanatlı böcekler olarak geçmektedir. İğneli türleriyle bilinirler. Arılar yavaş hareket etmektedir. Bal üretirler. Bu balı nektar şeklinde kusarak üretmektedirler. Hatta bu arılar bal arısı olarak bilinir ve altı bacaklıdır. İki çift kanadı ve iki bitişik gözleri vardır. Üç adet tekil gözleri de başlarının üzerindedir. Arılar böcekler sınıfında yer alır. Böcekler omurgasız olduğu için arılar da omurgasız kategorisinde incelenmektedir.

Kuşlar ise omurgalı hayvanlar arasındadır. Dolayısıyla muhabbet kuşu, papağan gibi kuşlar da omurgalı sınıfında yer alır. Muhabbet kuşları 18 cm boyunda ve ortalama 40 gram kiloda bulunur. Desenli ve farklı renkte olabilmektedir. Papağan da tıpkı muhabbet kuşu gibi bir kuş türüdür ve omurgalı kategorisinde yer almaktadır. Kendine has özelliklerinde kıvrık bir gaga, kalın bir dil, etli bir vücut ve parlak tüyler vardır.

Yarasa ise memeli bir hayvandır ve memeliler de omurgalılar arasındadır. Yarasanın kendine has özellikleri arasında üç ay kış uykusuna her yıl yatması, tavanda uzun süre asılı kalabilmesi, bacaklarında özel yapılı kasların olması vardır. Hatta yarasalar memeli grubunun en büyük takımını oluşturmaktadır. 1200 adetten fazla türüyle doğada yaşamaktadır.

Hayvanlar Alemi Çeşitliliği ve Sınıflandırması

Hayvanlar alemi oldukça geniş bir topluluktur. Bilim insanları incelemelerin kolay olması adına hayvanlar alemini sınıflara, çeşitlere ve gruplara ayırmıştır.

Hatta her hayvanlar da kendi arasında türlere ayrılmaktadır. Bu yazımızda tüm bunları örneklerle anlatacağız.

Hayvanlar alemi kendi içerisinde üç grupta sınıflandırılmaktadır. Omurgalı hayvanlar, omurgasız hayvanlar ve ilkel kordalılar olarak bu gruplar belirlenmiştir.

Omurgalı hayvanlar memeliler, balıklar, kurbağalar, kuşlar ve sürüngen hayvanlarıdır. Omurgalı olan bu hayvanların ortak özelliği omurgalı oluşlarıdır. Elbette ki her hayvanın kendi içinde ayrıldığı türlerin özellikleri de mevcuttur.

Omurgalı olan bu hayvanların her birinin sırtında omurgası vardır. Kafataslarının içinde beyin bulunur. Sinir sistemleri gelişmiştir. Organları da daha gelişmiş yapıdadır. Kapalı dolaşım sistemleri vardır. Bu hayvanların kanları kırmızıdır çünkü bu hayvanlarda hemoglobin bulunur. Karada yaşayan omurgalılar akciğerleriyle nefes alırken denizde yaşayan omurgalılar solungaçlarıyla nefes alır. İskelet, deri ve kıkırdakları vardır.

Omurgalı kategorisinde yer alan kuşlara muhabbet kuşu, papağan, Hint bülbülü gibi sayılamayacak derecede kuş türü örnek olarak verilebilir. Omurgalı kategorisinde yer alan balıklar arasında ise kavgacı balık, Japon balığı, lepistes, sazan, güneş balığı gibi sayılamayacak derecede balık türü örnek olarak verilebilir. Omurgalı kategorisinde yer alan sürüngenlere ise yılan, timsah, kertenkele gibi hayvanlar örnek olarak verilebilir. Omurgalı kategorisinde yer alan memeli hayvanlara ise gelincik, tavşan ve yarasa gibi hayvanlar örnek olarak gösterilebilir. Omurgalı olan kurbağalar arasında kara kurbağa, cam kurbağa, su kurbağası, ağaç kurbağası gibi türler örnek gösterilebilir.

Omurgasız kategorisinde yer alan hayvanlar süngerler, solucanlar, eklem bacaklılar, sölenterenler, yumuşakçalar ve derisi dikenliler olarak sınıflara ayrılmaktadır. Süngerler suda yaşamını sürdüren tek türde bulunan deniz canlılarıdır. Solucanlar ise yassı solucan, halkalı solucan ve yuvarlak solucan olarak çeşitlendirilir. Eklem bacaklılar da örümceğimsiler, kabuklular, böcekler ve çok ayaklılar olarak çeşitlidir. Söleterenler ise sucul canlılardır sürüngenlerden daha gelişmiştir. Söleterenlere örnek olarak mercanlar ve deniz anası verilebilir. Yumuşakçalara örnek olarak ahtapot, salyangoz, sümüklü böcek ve midye verilebilir. Derisi dikenliler de su hayvanlarıdır. Deniz kestanesi, deniz yıldızı bu türe örnek su hayvanlarıdır.

Omurganın olmaması, hücre duvarlarının olmaması, çok hücreli olmaları, çevrelerinden ısı emmeleri, iki üreme veya gamet yöntemiyle üremeleri, büyüdükçe biçim değiştirmeleri omurgasız kategorisinde yer alan hayvanların ortak özellikleridir.

İlkel kordalılar kategorisi ise başı kordalılar ve tulumlar olarak iki grupta yer alır. Bu kategoride yer alan canlılarda omurga bulunmaz. Tulumlarında ergin bireyleri bulunur ve bunlar da denizde yaşar. Yaşama biçimleri ise sabittir. Bu hayvanlarda esnek ve destekleyici yapı bulunur. Hatta bu yapıya sırt ipi ismi verilir. Bu hayvanların sırt bölgesinde boru şeklinde bir sinir kordonu yer alır. Bu özellikler ilkel kordalılar grubundaki canlılarının ortak özellikleridir

Alexander Graham Bell

Alexander Graham Bell Hayatı

İskoçya asıllı ABD’li bilim adamı Alexander Graham Bell, 3 mart 1847’de doğdu. 7 mart 1876’da telefonun patentini aldı. İlk telefon şirketi olan Bell telefon şirketini 1877’de kurdu. Bell telefon şirketi bugün ABD’nin en büyük şirketlerinden biridir. Ayrıca kendi geliştirdiği fonograf için bir, hava araçları için beş, hidro uçaklar için dört ve selenyum piller için de iki patenti vardır. Alexander Graham Bell, telefonun icadı ile tanınan İskoç bilim insanıdır.
Babası kendini sağır ve dilsiz insanların sorunlarıyla uğraşmaya kendini adamıştı. Bu nedenle Alexander Graham Bell, küçük yaştan itibaren, daha sonradan çok işine yarayacak olan ses bilgisi konusunda bilgiye sahip oldu. Bell de kendini, sağır öğrencilerin, dolaylı olarak da olsa, seslerin dünyasını kavramaları ve yaşamalarına adadı ve ilk olarak Boston’daki Sağır ve Dilsizler Okulunda çalışmaya başladı.
Telgraf şirketlerinin çıkmazı olan, bir hat üzerinde aynı anda yalnızca tek bir mesajın iletilmesi sorununa çözüm arayacak çalışmaya başlamıştı. Başlangıçta çoklu bir telgraf geliştirmeyi istiyordu. Bell, ses tellerinin ve kulak zarının titreşimlerinden yola çıkarak, insan sesindeki frekansı elde ederek, bunları elektrik sinyali biçiminde bir telden iletmenin olanaklı olup olmadığını araştırıyordu.
Bunun için de diyaframla, yapay bir kulak zarı yaratmanın gerekli olduğu sonucuna vardı. Diyafram, hem konuşma sesiyle titreşim oluşturabilecek hem de elektrik akımı yaratan küçük değişikliklere tepki verebilecek kadar ince bir tabakaydı. Tam ortasına da diyafram hareket ettikçe hareket eden bir manyetik zar yerleştirdi. Ses titreşimleriyle oluşan değişiklikler, alıcı merkeze ulaştığında, alıcının diyaframında titreşime neden olarak, sinyalleri yeniden sese çeviriyordu.

En değerli patentlerden biri olan telefonun patentini Bell, 7 mart 1876’da, 29’uncu yaş gününden dört gün sonra aldı.
İlk telefon şirketi olan Bell telefon şirketi de 1877’de kuruldu.
Bell aynı zamanda çok yönlü bir araştırmacı ve mucitti. Aşırı büyük üç boyutlu kutu uçurtmaları kullanarak insan taşımayı başarmış ve bu çalışmaları sadece denemelerini yaptığı istasyonunda bulunan nehri kıyıdan kıyıya geçmek amaçlı kullanmıştır. Bell, 2 ağustos 1922’de hayata veda etti.

‘”Telefon Taslak Çizimi.”Telefonun Tarihi Resmi

Neden ALO Deriz ?
Telefonda hemen hemen her gün kim bilir kaç kez kullandığımız “Alo” sözcüğü, gerçekte bir sevgilinin kısaltılmış adıdır. Sevgilinin tam adı Allessandra Lolita Oswaldo’dur. Bu sevimli genç kız, telefonu icat eden, A.Graham Bell’in sevgilisiydi. Graham Bell telefonu icat edince ilk hattı sevgilisinin evine çekmişti. Atölyesinde telefon çalınca arayanın Allessandra Lolita Oswaldo’dan başkası olamayacağını bildiğinden Graham Bell, telefonu açar açmaz “Allessandra Lolita Oswaldo” diyordu.
Bell, zamanla sevgilisine, adını kısaltarak hitap etmeye başladı ve telefonu her açışında onu “Ale Lolos” diye karşıladı. Çalışmaları uzadıkça Graham Bell, sevgilisinin adını daha da kısalttı ve öne iki heceli bir ad buldu. Bu kısa ad “Alo” idi. Allessandra Lolita Oswaldo, geliştirip, tüm kente yaymaya çalıştığı telefondan başka bir şey düşünmeyen sevgilisinin bitmek tükenmek bilmeyen deneylerinden rahatsız olmaya başlayınca Graham Bell’i telefonuyla baş başa bırakıp onu terk etti.
Yaşlı Bell, sevgilisinin bir gün onu arayacağı umuduyla telefonun başından ayrılmadı. Kentte çekilen telefon hatlarının sayısı da giderek artmaya başlamıştı. Graham Bell’i artık başka kişiler de arıyordu. Fakat o, telefonun her çalışında kendisini sevgilisinin aradığını sanarak telefonunu “Alo” diyerek açıyor ve artık herkes “Alo” diyordu. O günlerde hemen herkes telefonu açtıklarında Alexander Graham Bell’in anısına saygı olarak “Alo” demeye başladı. Bugün tümümüzün kullandığı “Alo” sözcüğü işte o günlerden günümüze uzanmaktadır.

Albert Einstein (1879 -1955)

Albert Einstein Hayatı

Albert Einstein, Güney Almanya’nın Ulum kentinde dünyaya geldi. Küçük bir elektro kimya fabrikasının sahibi olan babası başarılı bir iş adamı değildi. Annesinin dünyası müzikti; özellikle Beethoven’in piyano parçalarını çalmak en büyük tutkusuydu. Aile Musevî kökenliydi, ama dinsel bağnazlıktan uzak, açık görüşlü, kültürel etkinliklerle zengin bir yaşam içindeydi. Ne var ki, çocuğun ilk yıllardaki gelişmesi kaygı vericiydi. Özellikle konuşmadaki gecikmesi aileyi telaşa düşürmüştü.
Albert, içine kapanıktı; çocukların arasına katılmaktan, oyun oynamaktan hoşlanmıyordu. Okulu sıkıcı buluyor, ezbere dayanan eğitim disiplinine katlanamıyordu. “Gimnazyum”da geçen orta öğrenimi mutsuz ve başarısızdı. Mühendis amcasının özel ilgisi olmasaydı, belki de öğrenimden tümüyle kopacaktı. Amca, yeğene cebir ve geometriyi sevdirdi. Geometri özellikle Albert’i bir tür büyülemişti.
Einstein, yıllar sonra amcasına borcunu şöyle dile getirir: “Çocukluğumda yaşadığım iki önemli olayı unutamam. Biri, beş yaşımda iken amcamın armağanı pusulada bulduğum gizem; diğeri on iki yaşımda iken tanıştığım Öklit geometrisi. Gençliğinde bu geometrinin büyüsüne girmeyen bir kimsenin ileri kuramsal bilimde parlak bir atılım yapabileceği hiç beklenmemelidir!”
Einstein, yüksek öğrenimini güç koşullara göğüs gererek Zürih Teknik Üniversitesinde yapar. Mezun olduğunda iş bulmak sorunuyla karşılaşır. Üniversitede asistanlık bir yana orta okul öğretmenliği bile bulamaz. Sonunda bir okul arkadaşının yardımıyla Bern Patent Ofisinde sıradan bir işe yerleşir; ama asıl dünyası olan bilimden kopmaz; çok geçmeden büyüsü bugün de süren devrimsel atılımlarıyla yaratıcı dehasını kanıtlar. 1905’te Annalen der Physik dergisinde yayımlanan üç çalışmasının her biri, fizik tarihinde bir dönüm noktası sayılabilecek nitelikteydi.

Bunlardan biri, şimdi “fotoelektrik etki” dediğimiz bir olaya ilişkindi. Newton, ışığı tanecikler akımı, kimi bilim adamları ise dalga devinimi diye nitelemişti. Aslında ışığın davranışını açıklamada iki kuramın birbirine bir üstünlüğü yoktu; ancak, Newton’un adı parçacık kuramına bir tür ağırlık sağlamaktaydı.
Ne var ki, 19. yüzyılın başlarında Young’la başlayan, Fresnel ve daha sonra Faraday ve Maxwell’in çalışmalarıyla pekişen deneyler dalga kuramına belirgin bir üstünlük sağlamıştı. Einstein’ın fotoelektrik çalışması bu gelişmeyi bir bakıma tersine çevirmekle kalmaz, Planck’ın 1900’de ortaya sürdüğü kuantum teorisini de çarpıcı bir biçimde doğrular.
Daha az bilinen ikinci çalışma “Brown devinimi” denen bir olayı açıklıyordu. 1850’lerde İngiliz botanikçisi Robert Brown, mikroskopla polenleri incelerken, taneciklerin su içinde gelişigüzel sıçramalarla devinim içinde olduğunu gözlemlemişti. Ancak bu gözlem 1905’e dek açıklamasız kalır.

Einstein’ın bugün de geçerliliğini koruyan açıklaması oldukça basittir: Son derece hafif olan polenlerin ani kımıltıları, su moleküllerinin çarpmalarıyla oluşuyordu. Gerçi molekül kavramı yeni değildi; ancak en güçlü mikroskop altında bile görülemeyecek kadar küçük olan moleküllerin varlığı ilk kez bu açıklamayla kanıtlanmış oluyordu.
Yüzyılımızın başında Ernst Mach gibi kimi seçkin fizikçilerin bile gözlemsel kanıt yokluğu gerekçesiyle atom teorisine uzak durdukları bilinmektedir. Öyle ki, bu olumsuz tutum, gazların kinetik teorisinin kurucusu Boltzman’ı intihara sürükleyecek kadar ileri gitmişti. Einstein’ın açıklaması, bu tutuma son vermekle fiziğin içine düştüğü bir tıkanıklığı giderir.
1905’in bilim dünyasına yeni bir ufuk açan üçüncü ve en önemli çalışması, Özel Görecelik (Special Relativity) kuramıdır. Bu kuram, Einstein‘ın genç yaşında kendini gösteren bir merakına dayanır. Daha on dört yaşında iken Einstein, “Bir ışık ışınına binmiş olsaydım, dünya bana nasıl görünürdü, acaba?” diye sormuştu.
19. yüzyılın sonlarında ışığın hızına ilişkin Michelson-Morley deneyi, bu merakı derinleştiren bir sorun ortaya koymuştu: Ses ve başka dalga olaylarının, tersine ışık hızının referans sistemine görecel olmayışı! Saatte 100 km hızla ilerleyen bir lokomotifin, iki istasyon arasında düdük çaldığını düşünelim. Sesin ön ve arka istasyonlara değişik hızlarla ulaşacağını biliyoruz: Öndeki istasyona normal ses hızından saatte 100 km daha fazla, arkada kalan istasyona ise saatte 100 km daha yavaş bir hızla ulaşır. Oysa trendeki insanlar için sesin hızında bir değişiklik yoktur; ön ve arka uçlara normal hızıyla aynı anda ulaşır. Sesin hızı gözlemcinin hızına görecelidir.
Işığa gelince Michelson Morley deneyleri, ışığın öyle davranmadığını göstermekteydi. Işık kaynağı ile gözlemcinin birbirine göreceli hareketlerine ne olursa olsun ışık hızında bir değişiklik gözlemlenmemekteydi. Bu beklenmeyen bir sonuçtu; çünkü, sesin hava aracılığıyla yayıldığı gibi, ışığın da “esir” denen gizemli bir ortam aracılığıyla yayıldığı ve gözlemcinin hareketine bağlı olduğu sanılıyordu. Esir gözlemlenebilir bir nesne değildi; ama öyle bir kavram olmaksızın optik olgular nasıl açıklanabilirdi? Kaldı ki, Maxwell‘in elektromanyetik teorisi de esir türünden bir ortam varsayımına dayanıyordu.
Einstein’ın getirdiği çözüm, deney sonuçlarını yansıtan şu iki temel ilkeyi içermektedir.
1) Doğa yasaları ivmesiz hareket eden tüm sistemler için aynıdır;
2) Işığın hızı, kaynağına göre hareket halinde olsun veya olmasın, her gözlemci için aynıdır.
Özel Görecelik Kuramı’nın öncüllerini oluşturan bu iki temel ilke, yeterince anlaşılmadıkça, Einstein devrimini kavramaya olanak yoktur. Kuramın içerdiği tüm önermeler, bu öncüllerin mantıksal sonuçlarıdır. Aslında deneysel nitelikte olan bu iki ilkenin yol açtığı kuramsal devrim, ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Ama sonuçlarına bakıldığında şaşkınlık, yerini büyük bir hayranlığa bırakmaktadır.
Sonuçlardan biri, bir gözlemciye bağıl olarak nesnelerin hareketleri yönünde uzunluklarının kısaldığı, kütlelerinin arttığı ön deyişidir. Örneğin, bir topu ışık hızına yakın (yakın, çünkü kurama göre ışık hızını yakalamaya ve aşmaya olanak yoktur) bir hızla uzaya fırlattığımızı varsayalım: Hareket dışındaki bir gözlemci için top bir tepsi gibi yassılaşırken, kütlesi büyük ölçüde artar. Hızı kesildiğinde top, önceki biçim ve kütlesine döner.
Kurama göre hızı ışık hızına erişen bir nesnenin oylumu sıfır, kütlesi sonsuz olur. Ancak öyle bir şey düşünülemeyeceğinden, hiçbir nesnenin ışık hızıyla hareketi beklenemez. Başka bir deyişle, kütle eyleme direnç demek olduğundan, kütlenin sonsuzlaşması hareketin yok olması demektir.
Daha az şaşırtıcı olmayan bir sonuç da, zamanın göreceliği. Örneğin, birbirine tam ayarlı iki saatten birini çok hızlı bir roketle uzaya yolladığımızı düşünelim. Bu saatin yerdeki saate göre daha yavaş çalıştığı görülecektir. Roket saniyede yaklaşık 260,000 km hızla yol alıyorsa, yerdeki saatin yelkovanı iki tam dönüş yaptığında roketteki saatin yelkovanı ancak bir tam dönüş yapacaktır. Oysa rokette bulunan gözlemci için öyle bir yavaşlama söz konusu değildir; saat normal hızıyla çalışmaktadır. Ne var ki, bu kişi dünyaya döndüğünde kendisini karşılayan ikiz kardeşini daha yaşlanmış bulacaktır.
Kuramdan matematiksel olarak çıkan bu sonuçlar daha sonra deneysel olarak doğrulanmıştır.
Kuramın belki de en önemli (atom bombası nedeniyle en çok bilinen) bir sonucu da madde ve enerji eşdeğerliliğine ilişkin denklemdir:
E=mc2(Denklemde E enerji, m kütle, c ışık hızı olarak kullanılmıştır).
Başlangıçta bu ilişkinin önemi yeterince kavranamamıştı. Einstein’ın denklemi içeren yazısını yayımlamakta güçlükle karşılaştığını biliyoruz. Oysa küçük bir kütlenin büyük bir enerji demek olduğunu ortaya koyan bu denklem yıldızların (bu arada Güneş’in) ışığı nasıl ürettiğini de açıklamaktaydı.
Kuramın evren anlayışımız yönünden de kimi sonuçları olmuştur. Bunlar arasında en önemlisi, hiç kuşkusuz uzay ve zaman kavramlarını birleştiren dört boyutlu uzay zaman kavramıdır.
Özel Görecelik kuramı düzgün doğrusal (ivmesiz) hareket eden sistemlerle sınırlıydı. Einstein’ın 1915’te ortaya koyduğu Genel Görecelik kuramı ise birbirine göre hızlanan veya yavaşlayan (yani ivmeli hareket eden) sistemleri de kapsıyordu. Öyle ki, birinci kuramı, kapsamı daha geniş ikinci kuramın özel bir hali sayabiliriz.
Özel Görecelik, Newton‘un mekanik yasalarını değiştirmişti. Genel Görecelik daha ileri giderek “gravitasyon” kavramına yeni ve değişik bir içerik getirmekteydi. Klasik mekanikte gravitasyon, kütlesel nesneler arasında çekim gücü olarak algılanmıştı. Buna göre, örneğin bir gezegeni yörüngesinde tutan şey, kütlesi daha büyük Güneş’in çekim gücüydü.
Oysa, Genel Görecelik kuramına göre, gezegenleri yörüngelerinde tutan şey Güneş’in çekim gücü değil, yörüngelerin yer aldığı uzay kesiminin Güneş’in kütlesel etkisinde oluşan kavisli yapısıdır. Öyle bir uzay yapısında, nesnelerin başka türlü hareketine fiziksel olanak yoktur. Genel kuram, ayrıca gravitasyon ile eylemsizlik ilkesini “gravitasyon alanı” adı altında tek kavramda birleştiriyordu.
Bu noktada Einstein’ın, Maxwell’in “elektromanyetik alan” kavramından esinlendiği söylenebilir. Nitekim tanınmış bilim tarihçisi I.B. Cohen’in bir anısı bunu doğrulamaktadır: “Ölümünden iki hafta önce Einstein’ı ziyarete gitmiştim. Sekreter beni çalışma odasına aldı. İki duvar döşemeden tavana kitaplıktı. Bir duvar geniş penceresiyle bahçeye bakıyordu; diğerinde iki tablo asılıydı: Elektromanyetik teorinin kurucuları Faraday ile Maxwell’in portreleri!
Genel Görecelik kuramının tüm mantıksal yetkinliğine karşın, hemen benimsenmesi bir yana anlaşılması bile kolay olmamıştır. Eddington’a, “kuramı yalnızca üç kişinin anlayabildiği söyleniyor, doğru mu?” diye sorulduğunda, ünlü astrofizikçi bir an duraklar, sonra “üçüncü kişinin kim olduğunu düşünüyordum.” der.
Bir kez, Özel kuramın tersine Genel kuram, fizikte çözümü istenen herhangi bir soruna yönelik bir arayışın ürünü değildi. Sonra, kuramı doğrulayan gözlemsel bir kanıt henüz ortada yoktu; üstelik, 1915’in teknolojik olanakları kuramın deneysel yoklanması için yeterli değildi. Kuramın öndeyilerinden yalnızca biri yoklanmaya elveriyordu; ancak içinde bulunulan savaş koşulları bunu da güçleştirmekteydi.
Einstein, kuramından öylesine emindi ki, deneysel yoklamada ortaya çıkacak olumsuz herhangi bir sonucu kuramın yanlışlığı için yeterli sayacağını bildirmekten kaçınmıyordu.
Olgusal yoklanmaya elveren öndeyi şuydu: kuram doğruysa, Güneş’in gravitasyon alanından geçen bir ışık ışınının, eğrilmesi gerekirdi. Bu etkiyi gündüz aydınlığında belirlemeğe olanak olmadığı için, Güneş’in tutulmasını beklemekten başka çare yoktu.
Astronomlar Güneş’in 1919 Mayıs’ında tutulacağını, gözlem bakımından en uygun yerin Afrika’nın batısında Prens Adası olabileceğini bildirmişlerdi. Eddington’un önderliğinde bir grup bilim adamının gerçekleştirdiği gözlem ve ölçmeler öndeyiyi doğrulamaktaydı. Sonuç İngiliz Kraliyet Bilim Akademisi tarafından açıklanır açıklanmaz bilim dünyası bir tür büyülenir; Einstein, Newton düzeyinde bir yücelik simgesine dönüşür.
Kuram daha sonra başka gözlemlerle de doğrulanmıştır. Bunlardan biri açıklanmasında klasik mekaniğin yetersiz kaldığı bir olaya (Merkür gezegeninin perihelisinin kaymasına), bir diğeri, Güneş (ve diğer yıldız) atomlarının saçtığı ışığın frekans düşüklüğü nedeniyle spektral çizgilerin spektrumun kırmızı ucuna doğru kayması olayına ilişkindir.
Özel Görecelik kuramı gibi Genel Görecelik kuramının da ilk bakışta çelişik görünen ilginç sonuçları vardır. Örneğin, kurama göre, evren büyüklük bakımından sonlu ama sınırsızdır. Gene kuram evrenin giderek ya büyümekte ya da küçülmekte olduğunu içermektedir (Nitekim yıldız kümeleri üzerindeki gözlemler evrenin büyümekte olduğunu göstermiştir).
Einstein, bu kuramıyla da yetinmez; yaşamının son otuz yılını daha da kapsamlı bir kuram oluşturma çabasıyla geçirdi. Evrende olup bitenleri bir tek ilke altında açıklamak, insanoğlunun, kökü klasik çağa inen değişmez bir arayışıdır. Thales tüm varlığı suya, Pythogoras sayıya indirgeyerek açıklamaya çalışmıştı.
Modern çağda Oersted, Faraday ve Maxwell’in elektrik ve manyetik güçleri özdeşleştirme yoluna gittiklerini görüyoruz. Einstein’ın da ömür boyu süren düşü buna yönelikti: Doğanın tüm güçlerini (gravitasyon, elektrik, manyetizma, vb.) “birleşik alanlar” dediği temel bir ilkeye bağlamak. Bu düşün gerçekleştiği söylenemez belki; ama Einstein, çağdaş fiziğin egemen akımı dışında kalma pahasına, umudundan hiçbir zaman vazgeçmez. Evrenin nedensel düzenliliği onda bir tür dinsel inançtı. “Seçeneğim kalmasa, doğa yasalarına bağlı olmayan bir evren düşünebilirim belki; ama doğa yasalarının istatistiksel olduğu görüşüne asla katılamam. Tanrı, zar atarak iş görmez!” diyordu.
Kuantum mekaniğini yetersiz ve geçici sayan çağımızın (belki de tüm çağların) en büyük bilim dehası, kendi yolunda “yalnız” bir yolcuydu; çocukluğa özgü saf ve yalın merakı, evren karşısında derin hayret ve tükenmez coşkusuyla ilerleyen bir yolcu!
diğeri on iki yaşındayken tanıştığım Öklit geometrisi. Gençliğinde bu geometrinin büyüsüne kapılmayan bir kimsenin, ileride kuramsal bilimde parlak bir atılım yapabileceği hiç beklenmemelidir!” sözleri ile açıklamıştır.

OSMANLI PADİŞAHLARI

Osman Gazi (1299 – 1326)
Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi, 1258’de, Söğüt’te doğdu. Babası Ertuğrul Gazi, Annesi Halime Hatun’dur. Osman Gazi, uzun boylu, yuvarlak yüzlü, esmer tenli, ela gözlü ve kalın kaslıydı. Omuzları arası oldukça geniş, vücudunun belden yukarı kısmı, aşağı kısmına oranla daha uzundu. Başına kırmızı çuhadan yapılmış Çağatay tarzında Horasan tacı giyerdi. İç ve dış elbiseleri geniş yenliydi.
Osman Gazi değerli bir devlet adamıydı. Dürüst, tedbirli, cesur, cömert ve adalet sahibiydi. Fakirlere yedirip, onları giydirmeyi çok severdi. Üzerindeki elbiseye kim biraz dikkatlice baksa, hemen çıkartıp ona hediye ederdi. Her ikindi vakti, evinde kim varsa onlara ziyafet verirdi.
Osman Gazi, 1281 yılında Sögüt’te, Kayı Boyu’nun yönetimine geçtiğinde henüz 23 yaşındaydı. Ata binmekte, kılıç kullanmakta ve savaşmakta çok ustaydı. Aşiretin ileri gelenlerinden, Ömer Bey’in kızı Mal Hatun ile evlendi ve bu evlilikten ileride Osmanlı Devleti’nin başına geçecek olan oğlu Orhan Gazi doğdu.
Sögüt’te temelleri atılan, altı yüzyıllık bir tarih diliminde ve üç kıtada hüküm sürecek olan Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi, 1326’da Bursa’da Nikris (goutte) hastalığından öldü.
Erkek çocukları: Pazarlı Bey, Çoban Bey, Hamid Bey, Orhan Bey, Alaeddin Ali Bey, Melik Bey, Savcı Bey
Kız çocukları: Fatma Hatun
Orhan Gazi (1326 – 1359)

Orhan Gazi, 1281 yılında doğdu. Babası Osman Gazi, annesi Kayı aşiretinin ileri gelenlerinden Ömer Bey’in kızı Mal Hatun’du. Orhan Gazi, sarı sakallı, uzunca boylu, mavi gözlüydü. Yumuşak huylu, merhametli, fakir halkı seven, ûlemaya hürmetli, dindar, adalet sahibi, hesabını bilen ve hiçbir zaman telaşa kapılmayan, halka kendisini sevdirmiş bir beydi. Sık sık halkın arasına karışır, onları ziyaret etmekten çok hoşlanırdı.
Orhan Gazi, Babası Osman Gazi’nin 1326’da vefatı üzerine beyliğin başına geçti. Orhan Gazi, 1346’da Bizans İmparatoru VI. Yoannis Kantakuzenos’un kızı Teodora ile evlendi. Ayrıca, Yarhisar Tekfur’unun kızı Holofira, Bilecik tekfuruyla evlendirilirken, düğün basılıp Holofira esir alındı ve Orhan Gazi ile evlendirildi. Müslüman olduktan sonra adı Nilüfer Hatun olarak değiştirildi; bu evlilikten, ileride Osmanlı Devleti’nin üçüncü hükümdarı olacak Murad Hüdavendigâr doğdu.
Erkek çocukları: Süleyman Pasa, Murad Hüdavendigâr, Ibrahim, Halil, Kasım
Kız çocukları: Fatma Hatun

I. Murad (1359 – 1389)
Sultan Birinci Murad, 1326’da, Bursa’da doğdu. Babası Orhan Gazi, annesi Bizans tekfurlarından Yar Hisar Tekfuru’nun kızı olan Nilüfer Hatun’dur (Holofira). Sultan Birinci Murad, uzun boylu, değirmi yüzlü ve iri burunluydu. Kalın ve adaleli bir vücuda sahipti.
Başına mevlevî sikkesi üzerine destar sarılı bir başlık giyerdi. Çok sade giyinir ve kırmızı zeminli beyaz elbiseden hoşlanırdı. İlk eğitimini, annesi Nilüfer Hatun’dan aldı. Daha sonra tahsilini tamamlamak için Bursa’ya gitti. Buradaki Medreselerde ilim ve sanat adamları ile beraber çalıştı.
Sultan Birinci Murad, gayet nazik, sevimli ve çok halim selim bir insandı. Âlim ve sanatkârlara hürmet gösterir, fakirlere ve kimsesizlere şefkatli davranırdı. Dahî bir asker ve devlet adamıydı. “Derviş Gazilerin, Şeyhlerinin, Kralı Murad Gazi” diye anılan Sultan Birinci Murad, bütün hayatı boyunca plânlı ve programlı hareket etti.
Sultan Birinci Murad, Bizans Kilisesi’ne göre bir kâfir ve İsa düşmanı olarak görülse de, fethettiği yerlerde yaşayan Hristiyan halka iyi davrandığı için onların sevgisini kazanmıştı. 1382 yılından itibaren “Murad Hüdavendigâr” diye anılan Sultan Birinci Murad, Birinci Kosova Savaşı’ndan sonra savaş alanını gezerken, Sırp Asilzâdesi Milos Obraviç (Sırp Kralı Lazar’ın damadı) tarafından hançerlenerek şehit oldu (1389).
Erkek çocukları: Yakub Çelebi, Yıldırım Bayezid, Savcı Bey ve İbrahim
Kız çocukları: Nefise ve Sultan Hatun

I. Bayezid – Yıldırım Bayezid (1389 – 1402)

Yıldırım Bayezid 1360 yılında Edirne’de doğdu. Babası Murad Hüdavendigâr, annesi Gülçiçek Hatun’dur. Yıldırım Bayezid yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, elâ gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu. Girdiği savaşlarda gösterdiği cesaretten ve hızlı hareket etmesinden dolayı ona ‘Yıldırım’ lakabı takılmıştı.
Çocukluğunu Bursa Sarayı’nda kardeşleriyle birlikte geçirdi. İyi bir eğitim gördü. Devrin en büyük âlimlerinden dersler aldı. Gençliğinde Kütahya sancağında valilik yaptı. Sultan Murad Hüdavendigâr’ın vasiyeti gereği 1389 yılında padişahlığa getirildi. Tahta çıktığında 29 yaşındaydı.
Sırbistan’ın başında, Kosova Savaşında ölen Kral Lazar’ın oğlu Stefan Lazareviç vardı. Barış antlaşması için geldiği Edirne’de kız kardeşi Maria’yı Bayezid’e verdi. Bu evlenme sayesinde Osmanlı-Sırp dostluğu kuruldu. Yıldırım Bayezid, Timur’la yaptığı Ankara Savaşı’nda yenildi ve esir düştü. 13 yıl süren saltanatı sonunda esaretinin başlamasından 7 ay 12 gün sonra vefat etti.
Yıldırım Bayezid şiirlerinde “Yıldırım” mahlasını kullanırdı:
“Ehl-i hicran fitne-i agyar
Ortada bir bahanedir sandım.”
Erkek çocukları: Musa Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi, İsa Çelebi, Mehmed Çelebi, Ertuğrul Çelebi, Kasım Çelebi
Kız çocukları: Fatma Sultan
Fetret Devri (1402-1413)
Ankara Savaşı sonunda Anadolu’da Türk birliği bozulmuş ve Osmanlı Devleti dağılma tehlikesi ile karşılaşmıştı. Yıldırım Bayezid’in oğulları, babalarının ölümünden sonra taht mücadelesine başladılar. Osmanlı tarihindeki en büyük kargaşa dönemi böylece başlamış oldu. Fetret Devri adı verilen bu dönemdeki taht mücadeleleri, Timur’un Anadolu’da kuvvetli bir devlet bırakmak istememesi ve Bizans’ın entrikalarıyla daha da arttı.
Süleyman Çelebi Edirne’de, İsa Çelebi Bursa’da, Mehmed Çelebi Amasya’da, Musa Çelebi Balıkesir’de padişahlıklarını ilan ettiler.
Mehmed Çelebi ile Musa Çelebi aralarında anlaştılar ve Bursa’da vali bulunan İsa Çelebi’yi ortadan kaldırdılar. Mehmed Çelebi, Süleyman Çelebi’nin de ortadan kalkması gerektiğini biliyordu. Bu amaçla Musa Çelebi’yi Edirne’ye Süleyman Çelebi’nin üzerine gönderdi. Musa Çelebi, kardeşi Süleyman Çelebi’yi yenerek, Edirne’yi ele geçirdi. Ancak Mehmed Çelebi’ye verdiği sözü tutmayarak Edirne’de kendini padişah ilan etti. 1413 yılında, son olarak Musa Çelebi’yi de saf dışı bırakan Mehmed Çelebi Fetret Devrine son verdi.

I. Mehmed (1413 – 1421)
Sultan Çelebi Mehmed , 1389 yılında Edirne’de doğdu. Babası Yıldırım Bayezid, annesi de Germiyanoğulları’ndan Devlet Hatun’dur. Orta boylu, yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, kırmızı yanaklı ve geniş göğüslüydü. Kuvvetli bir vücuda sahipti. Gayet hareketli ve cesurdu. Güreş yapar ve çok kuvvetli yay kirişlerini bile çekebilirdi. Padişahlığı süresince bizzat yirmi dört savaşa katılan Çelebi Mehmed, bu savaşlarda kırka yakın yara aldı. Başında kullanmış olduğu sarık, altın işlemeli kavuğu ile gayet güzel görünürdü. İçi kürklü ve yakası dik olan bir kaftan giyinirdi.
Sultan Çelebi Mehmed Müslümanlara karşı göstermiş olduğu adaleti, aynı zamanda Hristiyan topluluklara karşı da gösterdi. İyi bir idareci ve politikacıydı. Tahsilini Bursa Sarayı’nda tamamladı. Daha sonra babası tarafından Amasya sancak beyliğine tayin edildi ve bu sırada devlet işlerini öğrendi.
Fetret Devri’nden sonra Anadolu’daki beylikleri tekrar bir araya toplamayı başaran Sultan Çelebi Mehmed’e Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu gözüyle de bakılabilir.

Sultan Çelebi Mehmed 26 Mayıs 1421 de Edirne’de vefat etti. Ölüm haberi gizlendi. Osmanlı padişahları arasında ölümü gizlenen ilk padişah o oldu. Cenazesi Bursa’ya
getirilerek Yeşil Türbe’ye defnedildi.
Erkek çocukları: Mustafa Çelebi, İkinci Murad, Ahmed, Yusuf, Mahmud.
Kız çocukları: Fatma ve Selçuk Hatun.

II. Murad (1421 – 1451)
Sultan İkinci Murad 1402 yılında doğdu. Babası Çelebi Mehmed, annesi Dulkadiroğulları’ndan Süli Bey’in kızı Emine Hatun’dur. Uzun boylu, beyaz tenli, doğan burunlu ve güzel yüzlü bir Padişahtı. Çok güzel konuşurdu. Kendisinin en büyük mutluluğu, Fatih Sultan Mehmed gibi eşine az rastlanacak bir insanın Babası olmaktı.
Sultan İkinci Murad, sakin ve huzurlu bir hayat yaşamayı arzu eden, fakat gerektiği takdirde çok hareketli, cesur ve hiçbir şeyden yılmayan bir kişiliğe sahipti. Avrupalılar, Onun, istediği takdirde bütün Avrupa’yı fethedebilecek bir kimse olduğunu kabul etmişlerdir. Otuz yıllık saltanatı süresince, ülkesini çok büyük bir şan ve şerefle idare ederek, emri altında bulunan herkesin sevgisini kazandı. Dindar, âdil ve lütufkâr bir padişahtı. Çocukluğu Amasya’da geçen Sultan İkinci Murad, tahta çıktığında on dokuz yaşındaydı.
Erkek çocukları: Fatih Sultan Mehmed, Ahmed, Alâeddin, Orhan, Hasan, Ahmed
Kız çocukları: Şehzade ve Fatma Hatun.

Fatih Sultan Mehmed (1451 – 1481)
Fatih Sultan Mehmed, 29 Mart 1432’de, Edirne’de doğdu. Babası Sultan İkinci Murad, annesi Humâ Hatun’dur. Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir yapıya sahipti. Devrinin en büyük âlimlerinden çok iyi eğitim görmüştü; yedi yabancı dil bildiği söylenir. Âlim, şâir ve sanatkârları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı. İlginç ve bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Hocalığını da yapmış olan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed’in en çok değer verdigi âlimlerden biridir. Fatih Sultan Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir komutan ve idareciydi. Yapacağı işlerle ilgili olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi.
Fatih Sultan Mehmed, okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça’ya çevrilmiş olan felsefî eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritası’nı yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı. Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed, yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul’a getirtti. Nitekim astronomi bilgini Ali Kuşçu, kendi döneminde İstanbul’a geldi. Ünlü ressam Bellini’yi de İstanbul’a davet ederek kendi resmini yaptırdı.
Fatih Sultan Mehmed, 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat yirmi beş sefere katıldı. Azim ve irade sahibiydi. Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği vardı. Devlet yönetiminde oldukça sertti. Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi.
20 yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmed, İstanbul’u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak ‘Fatih’ unvanını aldı. Hz. Muhammed’in Hadis-i Şerifinde müjdelediği İstanbul’un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Fatih Sultan Mehmed, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı. Ortaçağ’ı kapatıp, Yeniçağ’ı açan cihan hükümdarı Fatih Sultan Mehmed, nikris hastalığından dolayı 3 Mayıs 1481 günü, Maltepe’de vefat etti ve Fatih Camii’nin yanındaki Fatih Türbesi’ne defnedildi. O’nun Roma’yı fethedeceği düşüncesiyle zehirlendiği de kaynaklarda yer almaktadır.

II. Bayezid (1481 – 1512)
Sultan İkinci Bayezid, 3 Aralık 1448’de, Dimetoka’da doğdu. Babası Fatih Sultan Mehmed, annesi Mükrime Hatun adında bir Türk kızıdır. Uzun boylu, geniş göğüslü ve kuvvetli bir vücuda sahipti. Yüzü yuvarlak ve gözleri elâydı. Cesur ve atılgandı.
Aynı zamanda çok hâlim-selim, dindar, hoşgörülü bir padişahtı. Babası Fatih Sultan Mehmed ilme ilgi duyduğu için, oğlu Şehzade Bayezid’e iyi bir eğitim verdi. Ona devrin en meşhur âlimlerinden ders okutturdu, bütün İslâm ilimlerini en iyi şekilde öğrenmesini sağladı.
Sultan İkinci Bayezid, yedi yaşında iken, Hadim Ali Paşa nezaretinde Amasya valiliğine tayin edildi. Amasya, Selçuklular devrinden beri önemli bir ilim ve kültür merkeziydi. Padişah olacak şehzadelerin yetişmesi için, bu vilayette bütün imkânlar vardı.
Sultan İkinci Bayezid, dindar bir kimse olduğu için kendisine Bayezid-i Velî denildi. Sultan İkinci Bayezid, şairleri saraya toplar, onlarla sohbet ederdi. Merhametli bir padişah olan Sultan İkinci Bayezid, sık sık fakirlere sadaka dağıtırdı.
Arapça ve Farsça’yı gayet iyi biliyordu. Çağatay lehçesi ve Uygur alfabesini de öğrendi. İslâm ilimlerinin yanı sıra, matematik ve felsefe tahsili de yaptı. 24 Nisan 1512’de padişahlıktan ayrılmak zorunda kalan Sultan İkinci Bayezid, bir ay kadar daha yaşadı ve 26 Mayıs 1512’de vefat etti.
Erkek çocukları: Mahmud, Ahmed, Sehinsah, Yavuz Sultan Selim, Mehmed, Korkud, Abdullah, Âlimsah
Kız çocukları: Aynisah, Gevher, Mülük Sultan, Hatice Sultan, Selçuk ve Hüma Hatun.

Yavuz Sultan Selim (1512 – 1520)

Yavuz Sultan Selim, 10 Ekim 1470’de doğdu. Babası Sultan İkinci Bayezid, annesi Gülbahar Hatun’dur. Gülbahar Hatun, Dulkadiroğulları Beyliği’ndendir. Yavuz Sultan Selim, uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli, Omuzlarının arası geniş, yuvarlak başlı, kırmızı yüzlü, uzun bıyıklı ve yiğit bir padişahtı. Sert tabiatlı ve cesurdu. İyi bir eğitim gördü.
Babası Sultan İkinci Bayezid, padişah olduktan sonra, askeri sevk ve devlet idareciliğini öğrenmesi için, Şehzade Selim’i Trabzon Sancağına vali olarak tayin etti.
Şehzade Selim, Trabzon’da devlet işlerinin yanında, ilimle uğraşır ve büyük âlim Mevlâna Abdülhalim Efendi’nin derslerini takip ederdi. Trabzon’u çok güzel idare eden Şehzade Selim bu arada komşu devletlerle de ilgilendi.
Valiliği sırasında Trabzon halkını rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. En önemlisi olan Kütayis Seferinde Kars, Erzurum ve Artvin illeri ile birçok yeri fethederek Osmanlı topraklarına kattı (1508). Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi Müslüman oldular.
Çok güzel ata biner, devrin en meşhur silahşörlerini alt edecek kadar iyi kılıç kullanırdı. Güreşmekte, ok atmada ve yay çekmede ustaydı. Savaştan hoşlanmakla beraber çok ince bir ruha da sahipti. Mütevazi bir kişiliği olan Yavuz Sultan Selim, her öğün yemekte tek çeşit yemek yerdi ve ağaçtan tabaklar kullanırdı.
Gösterişten hoşlanmaz, devlet malını israf etmezdi. Babasından devraldığı tatminkâr hazineyi ağzına kadar doldurdu. Hazinenin kapısını mühürledikten sonra, şöyle vasiyet etti:
Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Hümayûn benim mührümle mühürlensin“.
Bu vasiyet tutuldu. O tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, hazinenin kapısı daima Yavuz’un mührüyle mühürlendi.
Yavuz Sultan Selim, ataları hep sakal uzattıkları halde sakalını keserdi. Bunun sebebini soranlara “Sakalımı ele vermemek için kesiyorum” dediği rivayet edilir. 22 Eylül 1520’de, “Aslan Pençesi” denilen bir çıban yüzünden henüz elli yaşında iken vefat etti.
Hayatının son dakikalarında Yasin-i Şerif okuyordu. Kanûnî Sultan Süleyman, Fatih Camii’nde babasının cenaze namazını kıldıktan sonra, onu Sultan Selim Camii avlusundaki türbeye defnettirdi. Tarihçiler, Yavuz Sultan Selim’i, sekiz yıla seksen yıllık iş sığdırmış büyük bir padişah olarak değerlendirdiler.
Erkek çocukları: Kanuni Sultan Süleyman
Kız çocukları: Hatice Sultan, Fatma Sultan, Hafsa Sultan, Sah Sultan

Kanunî Sultan Süleyman (1520 – 1566)
Kanûnî Sultan Süleyman, 27 Nisan 1495 Pazartesi günü, Trabzon’da doğdu. Babası Yavuz Sultan Selim, annesi Hafsa Hatun’dur. Hafsa Hatun Türk ya da Çerkezdir. Kanûnî Sultan Süleyman, yuvarlak yüzlü, elâ gözlü, geniş alınlı, uzun boylu ve seyrek sakallıydı.
Kanûnî Sultan Süleyman devri, Türk hakimiyetinin doruk noktasına ulaştığı bir devir olmuştur. Babası Yavuz Sultan Selim, onu küçük yaşlardan itibaren çok titiz bir şekilde yetiştirmeye başladı. Benzeri görülmemiş bir terbiye ve tahsil gördü. İlk eğitimini annesinden ve ninesi Gülbahar Hatun’dan (Yavuz Sultan Selim’in annesi) aldı. Yedi yaşına gelince tahsil için İstanbul’a, dedesi Sultan İkinci Bayezid’in yanına gönderildi; Şehzade Süleyman, burada Kara Kızoğlu Hayreddin Hızır Efendi’den tarih, fen, edebiyat ve din dersleri alırken, savaş teknikleri konusunda da öğrenim görüyordu. On beş yaşına kadar babası Yavuz Sultan Selim’in yanında kalan Şehzade Süleyman, kanunlar gereği sancak istemesi üzerine, önce Şarkî Karahisar’a oradan da Bolu, kısa bir süre sonra da Kefe sancak beyliğine tayin edildi (1509).
Yavuz Sultan Selim’in, 1512 de tahta geçmesi üzerine İstanbul’a çağırılan Şehzade Süleyman, babasının kardeşleriyle mücadeleleri sırasında İstanbul’da kalarak babasına vekâlet etti. Bu sırada Saruhan sancakbeyliğinde de bulundu. Babası Yavuz Sultan Selim’in ölümü üzerine, 30 Eylül 1520’de, yirmi beş yaşındayken Osmanlı tahtına geçti. Kendisinden başka erkek kardeşi olmadığı için tahta geçişi kolay ve çatışmasız oldu. Çok ciddi ve kendinden emin bir padişah olan Kanûnî Sultan Süleyman, azim ve irade sahibiydi. Yapacağı işlerde hiç acele etmez, gayet geniş düşünür ve verdiği emirden asla geri dönmezdi. İş başına getireceği adamlara, kabiliyet derecelerine göre görev verirdi. Sigetvar kuşatmasını idare ederken, 7 Eylül 1566 yılında yetmiş bir yaşında vefat etti.
Kendisine “Kanûnî” denmesi, yeni kanunlar icad etmesinden değil, mevcut kanunları yazdırtıp çok sıkı bir şekilde tatbik etmesinden dolayıdır. Kanûnî Sultan Süleyman, adaleti seven bir padişahtı. Mısır’dan gelen vergiyi haddinden fazla bulup, yaptırdığı araştırma sonunda halkın zulme uğradığını düşünmesi ve Mısır Valisini değiştirmesi bunun açık kanıtıdır.
Kanûnî Sultan Süleyman, tahta çıktığı sırada Osmanlı Devleti dünyanın en zengin ve en güçlü devleti konumundaydı. Babasının ölümü ve kendisinin padişah olması, “Arslan öldü, yerine kuzu geçti” diye düşünen Avrupalıları sevindiriyordu. Ancak Avrupalılar, çok geçmeden hayal kırıklığına uğradılar.
Büyük bir devlet adamı olan Kanûnî Sultan Süleyman aynı zamanda ünlü bir şairdi. Meşhur şiirlerinden birisi şudur:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.
Saltanat dedikleri bir cihan kavgasıdır,
Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi”.
Erkek çocukları: İkinci Selim, Bayezid, Abdullah, Murad, Mehmed, Mahmud, Cihangir, Mustafa
Kız çocukları: Mihrimah Sultan, Raziye Sultan

II. Selim (1566 – 1574)
Sultan İkinci Selim, 28 Mayıs 1524’de, İstanbul’da doğdu. Babası Kanûnî Sultan Süleyman, annesi Hürrem Sultan’dır.
Hürrem Sultan, Slav kökenlidir. Sultan İkinci Selim, orta boylu, açık alınlı, mavi gözlü, ince kaslı ve sarışındı. Şehzadeliğinde mükemmel bir tahsil ve terbiye ile yetiştirildi. Devlet idaresini iyice öğrenmek için de Anadolu’nun çeşitli yerlerinde sancakbeyliği yaptı. Bu sırada tahsiline devam ederek, ilim ve tecrübesini arttırdı.
Sarı Selim olarak da anılan İkinci Selim, Kütahya sancakbeyi iken babası Cihan Padişahı Kanûnî Sultan Süleyman’ın ölüm haberi üzerine İstanbul’a gelerek 30 Eylül 1566 günü kırk iki yaşında tahta geçti. Sarı Selim, daha önceki Osmanlı sultanlarına göre silik ve zayıf bir hükümdar olarak tanınır.
Babasının saltanatı sırasında diğer kardeşleri Şehzade Bayezid ve Şehzade Mustafa’nın bertaraf edilmesiyle kolayca tahta geçen Sultan İkinci Selim, adını aldığı dedesi Yavuz Sultan Selim ve Babası Kanûnî’ye göre oldukça silik bir idare sergilemiştir. Devrin büyük devlet adamları sayesinde Osmanlı Devleti ihtişamını sürdürmüş, Sokullu Mehmed Paşa gibi dirayetli ve tecrübeli vezirler hükûmeti ayakta tutmuşlardır. Sultan İkinci Selim’in kendisi hiç sefere çıkmamış ve liyakatlı olmayan Ali Paşa’nın Kaptan-ı Deryalığında İnebahtı faciası yaşanmıştır. Sekiz yıl padişahlık yaptıktan sonra 15 Aralık 1574 günü vefat etti. Ayasofya’ya defnedildi. Sultan İkinci Selim İstanbul’da ölen ilk Osmanlı padişahıdır.
Sultan İkinci Selim’in tahta çıktığı ilk yıllarda, bazı siyasi çekişmeler yaşandı. Sokullu Mehmed Paşa bu çekişmelerden galip olarak ayrıldı ve on beş yıl sadrazamlık yaptı. Sadrazamlık yaptığı bu dönemde devlet yönetimine ağırlığını koydu.
Sultan İkinci Selim, babası Kanûnî Sultan Süleyman’dan 14. 892.000 km2 olarak devraldığı devlet topraklarını, oğlu Sultan Üçüncü Murad’a 15.162.000 km2 olarak bırakmıştır.
İkinci Selim de şair hükümdarlardandır. Şaheser beyitlerinden biri şudur:
“Biz bülbül-i muhrik-i dem-i sekvayi fira Kız
Ateş kesilir geçse saba gülşenimizden”
Erkek çocukları: Üçüncü Murad, Abdullah, Osman, Mustafa, Süleyman, Mehmed, Cihangir.
Kız çocukları: Fatma Sultan, Sah Sultan, Gevherhan Sultan, Esma Sultan.

III. Murad (1574 – 1595)

Sultan Üçüncü Murad, 4 Temmuz 1546 günü, Manisa’nın Bozdağ Yaylası’nda dünyaya geldi. Babası, Sultan İkinci Selim, annesi Afife Nur Banu Sultan’dır. Annesi Venedikli’dir. Sultan Üçüncü Murad orta boylu, değirmi yüzlü, kumral sakallı, elâ gözlü ve beyaz tenli bir padişahtı. Çok cömertti ve insanlara yardım etmeyi çok severdi.
Merhametli bir kişiliğe sahip olan Sultan Üçüncü Murad, Arapça ve Farsça’yı çok iyi derecede öğrenmişti. Babasının 1558 yılında, Manisa sancak beyliğinden Karaman valiliğine tayin edilmesi üzerine, dedesi Kanûnî Sultan Süleyman tarafından Alaşehir sancak beyliğine tayin edildi. Babası Sultan İkinci Selim, padişah olduktan sonra da tekrar Manisa sancak beyliğine atandı.
Şehzadeliği sırasında bulunduğu Manisa’da devrin en değerli ulemâsından dersler aldı. Osmanlı Padişahları içinde en âlim padişahlardan birisidir. Babası Sultan İkinci Selim’in vefatı üzerine Manisa’dan İstanbul’a gelerek, 22 Aralık 1574 tarihinde tahta geçti. Ancak o da babası Sultan İkinci Selim gibi devlet işlerine fazla müdahil olmadı. Bürokrasi ve hükûmet daha ziyade Sokullu Mehmed Paşa tarafından idare edildi. Bunda Sokullu’nun tecrübe ve dirayeti ile Sultan Üçüncü Murad’ın idare tarzı büyük rol oynamıştır.
Sultan Üçüncü Murad, saltanatı boyunca İstanbul’dan hiç çıkmadı ve saraydaki kadınların etkisinde kaldı. Daha sonraki yıllarda Osmanlı Devleti’nin bir devrini etkileyecek olan kadınlar saltanatı onun devrinde başladı. 29 yaşında çıktığı tahtta yirmi yıl kalan Sultan Üçüncü Murad 16 Ocak 1595 tarihinde felç geçirdi ve vefat etti. Ayasofya Camii’nin avlusuna defnedildi.
Sokullu Mehmed Paşa’nın ağırlığını hissettirdiği III. Murad döneminde, Osmanlı toprakları en geniş sınırlarına ulaştı. Babası İkinci Selim’den devraldığı 15. 162.151 km2 ülke toprağını, 19.902.000 km2’ye çıkardı. İngilizlerle de dostâne ilişkiler geliştirildi.
İlk İngiliz daimî elçisi onun zamanında gönderildi. Papanın Katolik Avrupa’da kurabileceği haçlı ittifakına karşı Protestan İngiltere ile ilişkiler geliştirildi. Daha sonra bu ittifaka, Hollanda da dahil edildi. Devlet işlerini Sokullu’ya devreden Sultan Üçüncü Murad zamanında sarayda kadınlar devlet işlerine çokça karışmaya başladılar bu durum, Sokullu’nun ölümünden sonra daha da artarak devam etti.
Erkek çocukları: Üçüncü Mehmed, Selim Bayezid, Mustafa, Osman, Cihangir, Abdullah, Abdurrahman, Abdullah, Hasan, Ahmed, Yakub, Alemsah, Yusuf, Hüseyin , Korkud, Ali, Ishak, Ömer, Alaeddin, Davud.
Kız çocukları: Ayse Sultan, Fatma Sultan, Mihrimah Sultan, Fahriye Sultan.

III. Mehmed (1595 – 1603)

Sultan Üçüncü Mehmed, 26 Mayıs 1566’da, Manisa’da doğdu. Babası Sultan Üçüncü Murad, annesi Safiye Sultan’dır. İsmini, Fatih Sultan Mehmed’e benzemesi için, büyük dedesi Kanûnî Sultan Süleyman koydu. Orta boylu, kumral saçlı ve güzel yüzlüydü. İyi bir ilim tahsili yaptı ve Tâcü’t-Tevârih yazarı Hoca Sadeddin Efendi’den dersler aldı. Sultan Üçüncü Mehmed, 1583’te Manisa sancak beyliğine tayin edildi. 1595 yılının Ocak ayına kadar görev yaptığı Manisa’dan, Babasının ölüm haberi üzerine hareket ederek, 27 Ocak 1595 tarihinde geldiği İstanbul’da, Osmanlı tahtına geçti.
Sultan Üçüncü Mehmed, annesini çok sever, sayar ve dinlerdi. Bundan yararlanan annesi Safiye Sultan, Osmanlı sarayında hâkimiyet kurdu. Bazı konularda Padişahı zorlayıp istediğini yaptırıyor, bu da devlet işlerinde karışıklıklara sebep oluyordu. Dindar olup, tasavvufa da son derece meraklıydı. Hz. Muhammed’in ismi anılınca, saygısından derhal ayağa kalkardı. Üçüncü Mehmed devri, duraklama dönemine rastlar. Sultan Üçüncü Mehmed, kolayca üzüntüye kapılır, yemekten, içmekten kesilirdi. Celâlî isyanları ve İran savaşlarının çok uzun sürmesi onu büyük üzüntü içinde bıraktı. İçkiyi sıkı bir şekilde yasaklayıp, bütün gizli meyhaneleri kapattırdı.
Erkek çocukları: Birinci Ahmed, Birinci Mustafa, Selim, Mahmud

I. Ahmed (1603 – 1617)

Sultan Birinci Ahmed, 18 Nisan 1590 günü, Manisa’da doğdu. Babası Sultan Üçüncü Mehmed, annesi Handan Sultan’dır. İyi bir tahsil gördü. Arapça ve Farsça’yı mükemmel derecede öğrenmişti. Ok atmak, kılıç kullanmak, ata binmek gibi savaş ve askerlik alanlarında çok usta olan Sultan Birinci Ahmed, ava ve cirit oyununa çok düşkündü. Çok sade giyinirdi. Babası Sultan Üçüncü Mehmed’in vefati üzerine 21 Aralık 1603’te, Eyüb Sultan’da kılıç kuşanarak tahta geçti.
Sultan Birinci Ahmed, Kanûnî Sultan Süleyman’dan sonraki padişahlar içinde devlet işleriyle yoğun şekilde uğraşan ilk padişahtı. Çocuk denecek yaşlarda bile mükemmel kararlar alırdı. Daima ilim ve irfan sahibi büyük kişilerle birlikte olur ve onlara akıl danışırdı.
Sultan Birinci Ahmed’in hayatında on dört sayısının önemli bir yeri vardır. Çünkü, on dört yaşında Padişah olmuş, on dört yıl saltanat sürmüş ve Osmanlı padişahlarının on dördüncüsüdür. Dindar bir padişah olan Sultan Birinci Ahmed’in Hz.Muhammed’e olan bağlılığı o kadar ilerledi ki, onun ayak izlerinin resmi içine bir şiir yazmış ve o şiiri kavuğunda ölünceye kadar taşımıştır. O şiir şudur:
“N’ola tâcim gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i resmini ol Hazreti Sâh-i Resûlün
Gül-i gülzâri nübüvvet, o kadem sahibidir
Ahmeda durma yüzün sür kademine ol gülün”
Sultan Birinci Ahmed, yakalandığı tifüs hastalığından kurtulamayarak 21 Kasım’ı 22 Kasım’a bağlayan gece 1617 yılında yirmi sekiz yaşında vefat etti.
Erkek çocukları: İkinci Osman, Dördüncü Murad, Sultan Ibrahim, Bayezid, Süleyman, Kasım, Mehmed, Hasan, Selim, Hanzâde, Ubeyde,
Kız çocukları: Gevherhan Sultan, Ayşe Sultan, Fatma Sultan, Atike Sultan

I. Mustafa (1617 – 1618 / 1622 – 1623)
Sultan Birinci Mustafa, 1592 yılında, Manisa’da doğdu. Babası Sultan Üçüncü Mehmed, annesi Handan Sultan’dır. Sultan Birinci Mustafa güzel yüzlü, seyrek sakallı, sarı benizli ve iri gözlü bir padişahtı. İki defa padişahlık yaptı. Sinirli bir yapıya sahipti.
Sultan Birinci Mustafa, ağabeyi Sultan Birinci Ahmed’in padişahlığı süresince, on dört yıl sarayın bir odasında hapis hayatı yaşadı. O devirde bu gerekli görülüyordu. Aksi halde şehzadeler devlet yönetimine karışıyor, hatta padişahı devirmek için harekete bile geçebiliyor ve devlet birliği tehlikeye düşüyordu. Buna meydan vermemek için şehzadeler “izale” olunur veya bir odaya kapatılırdı. Sultan Birinci Ahmed, tahta geçtiğinde kardeşini öldürtmemiş, ancak sarayda mahpus tutmuştur. Kafes hayatı denilen bu süre sonunda Sultan Birinci Mustafa, Osmanlı hanedanının en büyük erkek evlâdı olması dolayısıyla tahta çıkarılmış fakat kısa sürede dengesiz hareketleri görüldüğünden ulemâ, asker ve devlet erkânının ittifakı ile hal (tahttan indirme) edilmiştir. Sultan Genç Osman’ın tahttan indirilip katlinden sonra bir kez daha cülûs etmişse de bir buçuk yıl sonra aklî dengesizliği nedeniyle tekrar tahttan indirilmesi icab etmiştir.
Sultan Birinci Mustafa ile birlikte kardeş katli nadiren görülmüş, artık şehzadeler sarayda kafes ardında tahta geçecekleri günü beklemeye başlamışlardır. Tabii vâlide sultanlar, şehzade anaları arasında rekabetler başlamış, her biri bir vezire ve diğer gruplara dayanarak entrikalarla padişah değiştirmeye çalışmışlardır.
Sultan Birinci Mustafa, dindar bir insandı. Sadaka vermeyi çok severdi. Hattâ sarayın havuzuna hizmetçilerin toplaması için para atardı. Saraydaki hayatını ibadet ederek, dinî eserler okuyarak geçiriyordu. Tahta geçmesi için ikinci kez davet edildiği zaman, odasında Kuran-ı Kerim okuduğunu ve padişahlık istemediğini bildirmişti.
Sultan Birinci Mustafa, ikinci padişahlığının başlamasından bir buçuk yıl sonra 10 Eylül 1623 tarihinde şeyhülislâm fetvası ile tekrar tahttan indirildi. Fetvanın gerekçesi olarak da “Aklî dengesi tam olmayan birisinin halife olamayacağı” gösterildi. Sultan Birinci Mustafa tahttan indirildikten on altı yıl sonra, 20 Ocak 1639 günü sinir hastalığından Topkapı Sarayı’nda vefat etti.

Genç Osman (1618 – 1622)
Sultan Genç Osman, 3 Kasım 1604 tarihinde, İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Birinci Ahmed, annesi Mahfirûz Haseki Sultandır. Mahfirûz Haseki Sultan aslen Rum’dur. Sultan Genç Osman, on dört yaşında iken, amcası Sultan Birinci Mustafa’nın tahttan indirilmesi üzerine Osmanlı tahtına oturdu. Annesi onun yetişmesi için çok titiz davrandı. Sultan Genç Osman, iyi bir terbiye ve tahsil gördü. Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca gibi doğu ve batı dillerini klâsiklerinden tercüme yapabilecek kadar güzel öğrendi. Çok güzel bir yüzü olan Genç Osman zekî, enerjik, atılgan, cesur ve gözü pek bir padişahtı.
Sultan Genç Osman, Fatih Sultan Mehmed devrine kadar yapıldığı gibi saray dışından, Şeyhülislam Es’ad Efendi’nin ve Pertev Paşa’nın kızları ile evlendi. Yavuz Sultan Selim devrinden itibaren padişah saray dışından evlenmediği için bu davranış önemli bir değişiklik oldu.
Kendisine plânlarını uygulayacak bir sadrazam bulamadı. Tarihte eşine az rastlanır bir şekilde tahttan indirilerek, Yedikule zindanlarında boğularak şehit edilen Sultan Genç Osman, babası Sultan Birinci Ahmed’in Sultanahmed Camii’nin yanındaki türbesine defnedildi.
Tahta çıkar çıkmaz devlet erkânı içindeki üst düzey yetkilileri değiştiren, müderris ve kadıların atanma yetkilerini şeyhülislâmdan alan Sultan Genç Osman çok yenilikçi bir padişahtı.
Erkek çocukları: Ömer, Mustafa
Kız çocuğu : Zeynep Sultan

IV. Murad (1623 – 1640)
Sultan Dördüncü Murad, 26 Temmuz 1612 tarihinde, İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Birinci Ahmed, annesi Mahpeyker Kösem Sultan’dır. Sultan Dördüncü Murad, uzun boylu, iri cüsseli, yuvarlak yüzlü ve heybetli bir padişahtı. Osmanlı Sultanlarının en kudretlilerinden biri olarak tarihe geçti. Son derece zeki, gözü pek, cesur, kuvvetli ve enerjik bir insandı.
Sultan Dördüncü Murad, çok iyi cirit ve ok atardı. Bu gücünü katıldığı savaşlarda da gösterdi. Din büyüklerine hürmet eder Şeyhülislâm Yahya Efendi’ye “Baba” diye hitap ederdi. İçki ve tütünü yasakladı. Gece sokağa çıkma yasağı koydu. Arapça’yı ve Batı dillerini çok iyi bilirdi. İlmi ve ilim adamlarını çok sever, fırsat buldukça ilim meclislerine gider, onları yeni çalışmalar yapmaları için teşvik ederdi. Sultan Dördüncü Murad döneminin önemli olaylarından biri de Hezarfen Ahmed Çelebi’nin kanat takarak, Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçmasıydı.
Sultan Dördüncü Murad, çevresinde olup bitenleri dikkatle takip eder inisiyatifini kullanmakta asla tereddüt etmezdi. Hükümdarlığının ilk yıllarında annesinin etkisinde kaldıysa da daha sonra kadınların saltanatına son verdi; hain ve hilekâr sadrazamları şiddetle cezalandırdı. Memleket meselelerini yakından takip edip, çözümler üretmeye çalıştı. On yedi yıl hükümdarlık yaptıktan sonra, henüz 28 yaşında vefat etti.
Sultan Dördüncü Murad’ın saltanatını iki devreye ayırmak mümkündür. Henüz on bir yaşında iken tahta geçtiğinden devlet işleri büyük ölçüde annesi Kösem Sultan’ın elinde yürümekteydi. Onunla birlikte olan vezirler, gözünün önünde Hafız Ahmed Paşa’yı askere parçalatmışlar, genç padişahı da korkuyla dehşete düşürmüşlerdir. Osmanlı memleketlerinde asayiş ve huzur kalmamış, zorbalar şehirleri ele geçirmişlerdi. Delikanlılık çağında idareyi bizzat ele aldıktan sonradır ki Sultan Dördüncü Murad biraz da şiddet yolu ile bütün zorbaları sindirmiş, tekrar devlet hakimiyetini kurmuştur. Tütün yasağı bahanesiyle kahvehanelerde toplanan işsiz, güçsüz, zorba takımını kontrol altında tutmuş, şiddetli ceza ve hattâ idamlarla tekrar idarî ve adlî nizamı kurabilmiştir.

İbrahim (1640 – 1648)
Sultan Birinci İbrahim, 5 Kasım 1615 tarihinde, İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Birinci Ahmed, annesi Mahpeyker Kösem Sultan’dır. Sultan Birinci İbrahim, uzun boylu, kuvvetli vücutlu ve kumral sakallıydı. Annesi onun yetiştirilmesi için çok gayret göstermişti. Ağabeyi Sultan Dördüncü Murad’ın âni vefatı, zaten ölüm düşünceleriyle harap olmuş Şehzade İbrahim’i çok sarstı ve padişah olduğuna inanmak bile istemedi. Annesinin ve devlet erkânın ısrarlarından ve ağabeyi Sultan Dördüncü Murad’ın cenazesini gördükten sonra ağabeyinin vefatına kesin olarak inandı. Sadrazam Kara Mustafa Paşa, Taht Odası’na geçen Sultan Birinci İbrahim’in başına Hırka-i Saadet Dairesi’nden getirilen, Hz. Ömer’in Sarığı’nı yerleştirdi. Sultan Birinci İbrahim tahta oturdu ve ellerini açarak dua etti:
“Elhamdülillah. Ya Rabbi! Benim gibi zaif bir kulunu bu makama lâyık gördün. Saltanat günlerimde milletimi hoş-hâl eyle ve birbirimizden hoşnûd eyle”.
Sultan Birinci İbrahim, tahta geçtiği ilk yıllarda sinir hastalığı yüzünden sık sık kriz geçiriyordu. Ancak, daha sonraki yıllarda devlet işleriyle bizzat ilgilenmeye başladı. Sultan Birinci İbrahim, tahta çıktığında soyunun tek şehzadesi o kalmıştı. Bu yüzden ilk oğlu Şehzade Mehmed (Sultan Dördüncü Mehmed) doğduğunda ülkede şenlikler düzenlendi (2 Ocak 1642). Sultan Birinci İbrahim, çok cömert ve lütufkâr bir padişahtı. Fakirlere ve kimsesizlere yardım etmeyi çok severdi. Çıkardığı fermanlarla açlık ve kıtlığın önlenmesine çalıştı. Saltanatı sırasında, annesi Kösem Sultan’ın etkisinde çok kaldı. Sekiz yıl dokuz ay padişahlık yaptıktan sonra, 18 Ağustos 1648 tarihinde, boğularak öldürüldü.
Sultan Birinci İbrahim hakkında, kendi devrine kadar uzanan Osmanlı kaynaklarında, aklî dengesinin bozuk olduğuna dair hiçbir bilgi yoktur. Bu kaynaklar, Sultan Birinci İbrahim’in özelliklerinden ve yaptığı işlerden övgüyle bahsetmektedir. Sadece son zamanlarda bazı yazarlar, onun için “Deli” demektedirler. Sultan Birinci İbrahim’e “Deli” ve “Gaddar” diyen ve adının öyle yayılması için çalışanlardan bazılarının, Sultan Birinci İbrahim tarafından idam ettirilen İranlı Şii Emirgûneoğlu’nun adamları olduğu söylenmektedir.
Sultan Birinci İbrahim, tahta geçtiğinde yirmi beş yaşındaydı. Şehzadeliği sırasında öldürüleceği endişesi ile sinirleri son derece bozulmuştu. Bu sırada sadrazamlık koltuğunda bulunan Kemankeş Kara Mustafa Paşa devlet işlerini en iyi şekilde yürüttü. Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Safeviler’le Kasr-ı Şirin Antlaşmasını imzalayıp, İstanbul’a geldikten sonra, giriştiği malî işlerde de başarılı oldu. Ocaklı sayısını indirip maaşlarının düzenli olarak verilmesini sağladı. Bu olumlu faaliyetler sonunda devlet bütçesi denkleşmiş oldu. Donanma işleriyle de ilgilenen Kemankeş Mustafa Paşa, her yıl belirli miktarlarda Kadırgalar yapılıp donatılmalarını sağladı.
Erkek çocukları: Dördüncü Mehmed, İkinci Süleyman, İkinci Ahmed, Orhan, Bayezid, Cihangir, Selim, Murad.
Kız çocukları: Ümmü Gülsüm Sultan, Peykan Sultan, Atike Sultan, Ayşe Sultan, Gevherhan Sultan.

IV. Mehmed (1648 – 1687)
Sultan Dördüncü Mehmed, 2 Ocak 1642’de, İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Birinci İbrahim, annesi Rus asıllı Turhan Hatice Sultan’dır. Sultan Dördüncü Mehmed, orta boylu, beyaz tenli ve yanık çehreliydi. Ata çok bindiği için vücudu öne eğikti. Annesi onu çok iyi yetiştirdi. İyi bir tahsil gördü. Babası Sultan İbrahim’in öldürülmesi üzerine 8 Ağustos 1648 günü, henüz yedi yaşında iken padişah oldu. Ava ve edebiyata çok meraklıydı. Ava olan merakı yüzünden tarihte “Avcı Mehmed” olarak anılır.
İçkiyi yasaklayıp, içki imalâthanelerini kapattırdı. Sadrazamlığı, Köprülü ailesine vermekle çok isabetli bir karar aldı.
Hayatının büyük bir kısmı saray entrikalarıyla geçti. İkinci Viyana bozgunundan sonra, ordunun ve devlet erkânının oy birliği ile, 8 Kasım 1687 günü tahttan indirildi. Bundan sonraki ömrü, saraydaki bir odada yanına konulan iki cariye ile tam bir hapis hayatı şeklinde sürdü. 6 Aralık 1693’de Edirne’de vefat etti. Cenazesi İstanbul’a gönderildi ve Yeni Cami’deki türbesine, annesi Turhan Sultan’ın yanına defnedildi.
Erkek çocukları : İkinci Mustafa, Üçüncü Ahmed, Bayezid.
Kız çocukları : Hatice Sultan, Safiye Sultan, Ümmü Gülsüm Sultan, Fatma Sultan.

II. Süleyman (1687 – 1691)
Sultan İkinci Süleyman, 15 Nisan 1642’de, İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Birinci İbrahim, annesi Saliha Dilaşub Sultan’dır. Orta boylu, kır sakallı, şişman ve halim selim bir padişahtı. Dindar, dürüst ve akıllı bir insan olan annesi Saliha Dilaşub Sultan tarafından titizlikle yetiştirildi. Oğluna, gerekli bilgileri bir yandan kendi veriyor, bir yandan da hocalar tutuyordu.
Hayatının kırk yılını bir dairede hapis geçiren Sultan İkinci Süleyman cesur, dindar, vatansever, merhametli ve nazik bir insandı. Rüşvet ve sefahata son derece düşmandı. Padişah olduğu sırada askerî zorbaların ortalığı karıştırması üzerine onlarla mücadeleye girişti ve kısmen de olsa asayişi sağladı.
Sultan İkinci Süleyman, dört yıl gibi kısa bir süre padişahlık yaptı. Bunun son iki yılını yatak hastası olarak geçirdi. Gün geçtikçe zayıflıyordu. 22 Haziran 1691 günü, Edirne’de vefat etti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek Süleymaniye Camii yanında Kanûnî Sultan Süleyman Türbesine gömüldü.

II. Ahmed (1691 – 1695)
Sultan İkinci Ahmed, 25 Şubat 1643 günü, İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Birinci İbrahim, annesi Hatice Muazzez Sultan’dır. Terbiyesi ve tahsili ile annesi meşgul oldu. Arapça ve Farsça biliyordu. Orta derecede bir tahsil gördü. Devlet işlerini çok yakından takip eder, hasta bile olsa divan toplantılarına katılırdı.
Sultan İkinci Ahmed, hat sanatında çok ustaydı. Yazı yazma kabiliyeti çok üstün olan Sultan İkinci Ahmed, birçok Kuran-ı Kerim yazdı. Şairlere ve şiire çok düşkündü. Üç yıl yedi ay ondört gün saltanat sürdükten sonra, yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak 6 Şubat 1695 günü Edirne’de vefat etti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek Kanûnî Sultan Süleyman Türbesine defnedildi.
Erkek çocukları: İbrahim, Selim
Kız çocukları: Atike Sultan, Hatice Sultan, Asiye Sultan.

II. Mustafa (1695 – 1703)
Sultan İkinci Mustafa, 6 Şubat 1664 günü, İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Sultan Dördüncü Mehmed, annesi Emetullah Rabia Gülnuş Sultan’dır. Annesi Girit asıllıdır. Kuvvetli bir ilim tahsili yaptı. Tahta geçtiğinin üçüncü günü yapacağı işleri anlatan bir hatt-ı hümâyûn yayınladı. Yazısında: “Zevk, sefa ve rahatı kendimize haram eylemişizdir” diyordu. Yine vezirlerinden birine yazmış olduğu yazı şöyledir: “Bana ağırlık ve hazine lâzım değil. Yerine göre kuru ekmek yerim. Vücudumu din uğruna harcarım. Sıkıntının her çeşidine sabrederim. Milletime hizmet tamam olmadıkça, seferden dönmem. Elbette sefere bizzat kendim giderim”.
Erkek çocukları: Birinci Mahmud, Üçüncü Osman, Küçük Ahmed, Hüseyin, Selim, Mehmed, Murad, Osman
Kız çocukları: Ümmügülsüm, Ayşe, Emetullah, Emine, Rukiye, Safiye, Zahide, Atike, Fatma, Zeyneb, Zahide.

III. Ahmed (1703 – 1730)
Sultan Üçüncü Ahmed, 30 Aralık 1673 günü doğdu. Babası Sultan Dördüncü Mehmed, annesi Emetullah Rabia Gülnuş Sultan’dır. Annesi Girit asıllıdır. Sultan İkinci Mustafa’nın öz kardeşi olan Sultan Üçüncü Ahmed, uzun boylu, kara gözlü, doğan burunlu ve buğday tenli idi. Son derece zekî, hassas ve zarif bir insandı. İyi bir tahsil ve terbiye görmüş olan Sultan Üçüncü Ahmed ünlü hocalardan dersler almıştı.
Sultan Üçüncü Ahmed, ağabeyi Sultan İkinci Mustafa’nın vefatı üzerine 22 Ağustos 1703 tarihinde otuz yaşında iken Edirne’de tahta geçti. Osmanlı Devleti açısından önemli bir yere sahip olan Lâle Devri boyunca padişahlık yapan Sultan Üçüncü Ahmed, hattat ve şâirdi. “Necib” mahlasıyla şiirler yazdı. Ayrıca musiki ile de yakından ilgileniyordu. Divan şairlerinden Urfalı Nabi Efendi’nin hem kendisini hem de şiirlerini çok severdi.
Gençliği diğer Osmanlı şehzadelerine göre bir hayli serbest geçti. Şehzadelerin öldürülmesi geleneği kalktığından, rahat bir hayat sürdü. İstediği her şeyle ilgilendiği için bilgisi de, görgüsü de arttı. Avrupa’daki gelişmeleri inceleme fırsatı buldu ve matbaanın Osmanlı Devleti’ne gelmesi için çok çaba sarfetti. Yirmi yedi yıl gibi uzun bir süre tahtta
kalan Sultan Üçüncü Ahmed, çıkan Patrona Halil İsyanı sonunda, 1 Ekim 1730 tarihinde
padişahlıktan çekildi.
Sultan Üçüncü Ahmed’in padişahlığının ilk günleri, tamamen disiplinden çıkmış yeniçerileri yatıştırma gayretleri ile geçti. Ancak kendisini padişah yapan yeniçerilere karşı etkili olamadı. Sultan Üçüncü Ahmed’in sadrazamlığa getirdiği Çorlulu Ali Paşa, ona idarî konularda yardımcı olmaya çalıştı, hazine için yeni düzenlemelerde bulundu ve Sultan Üçüncü Ahmed’e rakipleriyle mücadelesinde destek oldu.
Sultan Üçüncü Ahmed zamanında, Rusya ile olan ilişkilerde gerginlik yaşandı. Bunun sebebi Rusya’nın Orta Asya üzerinde yayılma siyaseti izlemesi, Balkanlar’daki toplumları slavlaştırmaya çalışması, açık ve sıcak denizlere inmek istemesiydi.
Erkek Çocukları: Birinci Abdülhamid, Üçüncü Mustafa, Süleyman, Bayezid, Mehmed, İbrahim, Numan, Selim, Ali, İsa, Murad, Seyfeddin, Abdülmecid, Abdülmelik
Kız Çocukları: Emine, Rabia, Habibe, Zeyneb, Zübeyde, Esma, Hatice, Rukiye, Saliha, Atike, Reyhan, Esime, Ferdane, Nazife, Naile, Ayşe, Fatma, Emetullah, Ümmüselma, Emine, Rukiye, Zeyneb, Sabiha.

I. Mahmud (1730 – 1754)
Sultan Birinci Mahmud, 2 Ağustos 1696 günü, İstanbul’da doğdu. Babası Sultan İkinci Mustafa, annesi Saliha Valide Sultan’dır. Büyükannesi Gülnuş Sultan’ın sevgi ve ilgisiyle büyüdü. Sekiz yaşından beri kafes hayatı yaşadığı halde zekâsı, iyi niyeti ve kuvvetli karakteri sayesinde kendini harap etmekten kurtardı. Küçük yaşlardan itibaren çeşitli hocalardan dersler aldı. Tarih, edebiyat ve şiirle meşgul oldu. Özellikle musıkî ile uğraştı.
Sultan Birinci Mahmud, 1 Ekim 1730 tarihinde otuz beş yaşında iken padişah oldu. Devrindeki en değerli kimseleri seçip iş başına getirdi. Karakter sahibi, azimli, müşfik, merhametli, dikkatli ve sabırlı bir insandı. Kendi zevkinden çok milletin refahını düşünerek hareket etti. Bu sayede babası ve amcasının düştüğü hatalara düşmedi. Hayatının son iki yılını hasta geçiren Sultan Birinci Mahmud, 13 Aralık 1754 tarihinde elli dokuz yaşında iken vefat etti. Sultan İkinci Mustafa’nın Yeni Cami’deki türbesine defnedildi.

III. Osman (1754 – 1757)

Sultan Üçüncü Osman, 2 Ocak 1699 günü, İstanbul’da doğdu. Babası Sultan İkinci Mustafa, annesi Şehsuvar Valide Sultan’dır. Şehsuvar Valide Sultan Rus asıllıdır. Tahta çıktığı elli altı yaşına kadar sarayda hapis hayatı yaşadığı için sinirli bir yapıya sahipti. Ancak yine de şefkat ve merhamet sahibi, özellikle yalanı ve rüşveti sevmeyen bir insandı.
Sultan Üçüncü Osman musıkîden nefret ettiği için bütün müzisyenleri saraydan uzaklaştırdı. Sarayda dolaşırken cariyelerle karşılaşmak istemediği için ayakkabılarına demir ökçeler taktırmıştı. Ökçelerden çıkan sesi duyan cariyeler padişahın geldiğini öğrenip yoldan çekiliyorlardı. İki yıl, on ay, on sekiz gün saltanat sürmüş bu süre içinde yedi tane veziriazam değiştirmiş, dönemi boyunca içte ve dışta barış ve huzur yaşanmıştır.
Sultan Üçüncü Osman’ın zaman zaman kıyafet değiştirerek halkın arasına karıştığı bilinmektedir. 30 Ekim 1757’de vücudunda çıkan bir çıbanın verdiği hastalıkla vefat etti. Cenazesi, Yeni Cami’de Sultan Birinci Mahmud’un yanına defnedildi

III. Mustafa (1757 – 1774)

Sultan Üçüncü Mustafa, 28 Ocak 1717 günü, İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Sultan Üçüncü Ahmed, annesi Mihrişah Sultan’dır. Sultan Üçüncü Mustafa orta boylu, iri gözlü, yassı burunlu ve siyah sakallı idi. Heybetli ve kuvvetli bir vücuda sahipti. Çok iyi bir tahsil yaptı. Astroloji ile meşgul oldu. İslâm ve Osmanlı tarihlerini inceledi.
Sultan Üçüncü Mustafa, son derece dindar, tutumlu, müşfik, çalışkan ve cömert bir insandı. İki dakika süren ve İstanbul’un hemen hemen yarıdan fazlasını yıkan büyük depremde evlerini, yakınlarını kaybeden halka kendi kesesinden yardım etti. Adaletle hükmeder, haksızlıklara asla göz yummazdı. Yalandan, riyadan ve rüşvetten nefret ederdi. Asla gurura kapılmaz, büyüklük taslamaz, yapamayacağı işleri vaad etmezdi.
Sultan Üçüncü Mustafa, yenileşmenin gerektiği fikrindeydi ve ıslahat yapmak istiyordu. Prusya Kralı İkinci Frederik’in ıslahat hareketlerini duymuş, Ahmed Resmî Efendi’yi ona göndermişti. Prusya Kralı İkinci Frederik, Sultan Üçüncü Mustafa’ya Ahmed Resmî Efendi aracılığı ile başarısının üç altın anahtarı dediği öğütlerini gönderdi.
– Bol bol tarih okuyun, eski tecrübelerden faydalanın.
– Güçlü bir orduya sahip olmaya çalışın ve barış zamanında askerlerinizi sürekli eğitime tâbi tutun.
– Hazineniz daima parayla dolu bulunsun, ekonomiye önem verin.
Sultan Üçüncü Mustafa, bu öğütleri dinledikten sonra acı acı güldü. Sonra da “Biz de bunları yapmak niyetindeyiz, lâkin yolu nedir?” diye mırıldandı. Memleketine en büyük felâketin Rusya’dan geleceğini düşünüyordu. Müdafaa için geceli gündüzlü çalışarak her türlü hazırlığı yaptı. Savaşlarda kullanılmak üzere hazineyi altınla doldurdu.
Süveyş Kanalını bile açtırmayı düşünüyordu. Fakat iş başına getireceği yetenekli devlet adamlarının olmaması onu üzüyordu. Rus Savaşı sırasında üzüntüsünden hastalandı ve kalp yetmezliğinden dolayı 21 Ocak 1774 günü vefat etti.
Sultan Üçüncü Mustafa, orduda bir yenileşme gerektiği fikriyle hareket ediyordu. Askerlere eğitim kuralları getirdi. İtirazlara aldırmadan tüfeklere süngü taktırdı. Yeni bir tophane kurdurup güçlü toplar döktürdü. Bahriye, istihkâm ve topçu okulları açtı. Yaşlı subaylara bile eğitim mecburiyeti getirdi. Ordudaki ıslahat konusunda Baron de Tott adlı Macar uyruklu Fransız’dan çok yararlandı. Baron de Tott, Osmanlı topçu sınıfını yeniden ele alıp modernize etti ve askere Avrupa usûlü eğitim yaptırdı.
Sultan Üçüncü Mustafa şair bir padişahtı. Cihangir mahlasıyla yazdığı şiirleri çok meşhurdur. Şiirlere “el-fakir Mustafa Han-ı Sâlis” şeklinde imza atardı. Şiirlerinden birisinde şöyle der:
Yıkılupdur bu cihan sanmaki bizde düzele
Devlet-i çerh-i denî verdi kamu müptezele
Şimdi ebvâb-ı saadetle gezen hep hezele
İşimiz kaldı heman merhamet-i Lem Yezel’e.
Erkek çocukları: Üçüncü Selim, Mehmed
Kız çocukları: Şah Sultan, Fatma Sultan, Bekhan Sultan, Fatma Sultan, Hibetullah Sultan

I. Abdülhamid (1774 – 1789)
Sultan Birinci Abdülhamid, 20 Mart 1725 tarihinde, İstanbul’da doğdu. Babası Üçüncü Ahmed, annesi Rabia Şermi Sultan’dır. Annesi ona kuvvetli bir tahsil yaptırdı. Zamanındaki mevcut tarihlerin hepsini gözden geçirdi. Hat sanatı ile de meşgul oldu. Merhametli, nazik ve saf bir insan olarak tanınıyordu. Saltanatı süresince birçok ıslahat ve imar hareketlerinde bulundu. Devlet işleriyle daima yakından ilgilendi. Her sorun hakkında fikir ve görüşlerini vezirlerine bildirirdi. Yetenekli vezirler atamaya çalıştı. Halka karşı daima şefkatli ve ılımlı davrandı.
Sultan Birinci Abdülhamid henüz tahta geçmişti ki, kendisinden cülûs bahşişi istendiğini duydu. Kaşlarını çatıp sertleşen Sultan Birinci Abdülhamid şöyle dedi: “Hazinede bahşiş yoktur, bundan böyle cülus bahşişi verilmeye! Asker evlâtlarımıza fermanımız duyurula!”. Askerler bir parça söylendilerse de, işi daha fazla ileriye götürmeden dağıldılar.
Sultan Birinci Abdülhamid, siyasî ve askerî ıslahatlara girişti. Avrupaî tarzda mektepler açtı. Yeniçeri ocağına ve donanmaya yeni bir çehre kazandırmaya çalıştı. Sürat Topçuları Ocağı’nı kurdurdu, Yeniçerilerin sayımını yaptırdı ve gereksiz yere fazla para alanları tespit ettirdi. Bu faaliyetleri yürüten Sadrazam Halil Hamid Paşa, menfaatleri bozulanlar tarafından padişaha şikâyet edildi. Halil Hamid Paşa, yaptığı tüm olumlu çalışmalara rağmen, bu konuda yanıltılan Sultan Birinci Abdülhamid’in emriyle idam edildi.
Sultan Birinci Abdülhamid, bütün başarısızlıklara rağmen Osmanlı padişahları arasında iyi niyeti ve gayreti ile anıldı. 1782 yılı yazında İstanbul’da çıkan yangında itfaiye işlerini bizzat kendisi yürütmesi sonucu halkın sevgi ve takdirini de kazanmıştı.
Dindarlığı ve iyiliği sebebiyle halkın “velî” olarak gördüğü Sultan Birinci Abdülhamid, on beş yıl iki ay on yedi gün süren saltanattan sonra, 1789 yılı Nisan ayında 64 yaşında vefat etti. Cenazesi Bahçekapı’da kendi yaptırdığı türbesine defnedildi.
Erkek Çocukları : Dördüncü Mustafa, İkinci Mahmud, Murad, Nusret, Mehmed, Ahmed, Süleyman.
Kız Çocukları : Esma, Emine, Rabia, Saliha, Alimşah, Dürrüşehvar, Fatma, Melikşah, Hibetullah Zekiye.

III. Selim (1789 – 1807)
Sultan Üçüncü Selim, 24 Aralık 1761 tarihinde, İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Üçüncü Mustafa, annesi Mihrişah Sultan’dır. Annesi Gürcü asıllıdır. Kâhinlere inanan babası Sultan Üçüncü Mustafa, onların yeni doğan oğlu Selim’in eşsiz bir cihangir olacağını söylemeleri üzerine, büyük bir sevince kapılmış, yedi gün yedi gece bayram yapılmasını emretmiştir.
Sultan Üçüncü Selim, doğum günündeki bu hava içinde büyüdü. Sarayda çok güzel bir şekilde yetiştirildi. Sultan Üçüncü Mustafa, kendisinden sonra oğlu Sultan Üçüncü Selim’in padişah olmasını istemişti. Ancak, babasından sonra padişahlığa amcası Sultan Birinci Abdülhamid getirildi. Sultan Birinci Abdülhamid, Sultan Üçüncü Selim’i sarayda göz önünde bulunduruyor, ancak yine de onun eğitimine önem veriyordu. Amcası Sultan Birinci Abdülhamid’in ölümü üzerine, Sultan Üçüncü Selim 7 Nisan 1789 günü, 28 yaşındayken Osmanlı tahtına oturdu.
Sultan Üçüncü Selim, edebiyata ve güzel yazı yazmaya çok meraklıydı. Yazmış olduğu hat ve levhalardan bazıları cami ve türbelere asılmıştır. Arapça ve Farsçayı çok iyi konuşuyordu. Merhametli bir insan olan Sultan Üçüncü Selim ciddi bir eğitim görerek yetişti. İyi bir şâir, tamburî, neyzen ve hânende idi. Bestekâr da olan Sultan Üçüncü Selim, güzel sanatlara düşkün ve açık fikirliydi, ancak zaafa varacak kadar yumuşak karakterliydi ve Osmanlı Devleti’nde batıcılığın yerleşmesini istiyordu.
Sultan Üçüncü Selim tahta çıktığı zaman, halk ona büyük ümitler bağladı. Halk genç hükümdarın, Osmanlı Devleti’ni o eski güçlü ve ihtişamlı devirlerine geri döndüreceğini düşünüyordu.
Sultan Üçüncü Selim, 29 Mayıs 1807 tarihinde Osmanlı padişahlığını Şehzade Mustafa’ya terk ettikten sonra bir yıl iki ay daha yaşadı. Alemdar Mustafa Paşa Olayı sırasında yeni padişahın adamları tarafından, 28 Temmuz 1808 tarihinde öldürüldü. Cenazesi, Lâleli Camii avlusunda babası Sultan Üçüncü Mustafa’nın yanına defnedildi.

IV. Mustafa (1807 – 1808)
Sultan Dördüncü Mustafa, 8 Eylül 1779 günü, İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Birinci Abdülhamid, annesi Nüketseza Kadın Sultan’dır. Annesi Nüketseza Kadın Sultan, Sultan Dördüncü Mustafa’nın iyi bir tahsil yapması için çok çaba harcadı. Ancak hırslı, kurnaz ve asabî bir insan olan Sultan Dördüncü Mustafa, eğitim ve öğrenimden çok zevk ve sefa içinde yaşamaya önem verdi.
Kabakçı Mustafa İsyanı sonunda, tahttan indirilen amcazâdesi Sultan Üçüncü Selim’in yerine, 29 Mayıs 1807 günü tahta çıktığında yirmi sekiz yaşındaydı. Sultan Dördüncü Mustafa’nın şehzadeliği boyunca, kendisine bir evlât gibi davranan Sultan Üçüncü Selim aleyhinde isyancılarla iş birliğine girmesi ve onun öldürülmesi için emir vermesi, karakteri hakkında fikir vermektedir.
Tahta çıktığında devletin merkezî otorite ve hakimiyeti gittikçe zayıflıyor, Sultan Üçüncü Selim ve Nizam-ı Cedid yandaşları yakalandıkları yerde öldürülüyordu. Sultan Dördüncü Mustafa’nın tahta çıkmasını sağlayan Kabakçı Mustafa ve yandaşları devlet yönetiminde etkin rol oynuyor, kendi adamlarını önemli mevkilere getiriyorlardı.
Osmanlı Devleti, bu isyandan sonra yeniçerilere çok büyük tavizler verdi. Ancak yeniçerilerin istekleri hiçbir zaman bitmedi. Hatta Osmanlı tarihinde hiç görülmemiş bir antlaşma yapıldı. Kabakçı Mustafa isyanında baş rol oynayan yeniçeri ağalarının, kendilerini sağlama almak için yaptıkları bu antlaşmaya göre, yeniçeriler devlet işlerine karışmayacak ve Osmanlı Devleti bu isyandan dolayı Yeniçeri ocağını sorumlu tutmayacaktı.
Sultan Üçüncü Selim taraftarları, bu karışık ortam içinde Rusçuk âyânı Alemdar Mustafa Paşa’ya sığınmışlardı. Alemdar Mustafa Paşa Osmanlı-Rus savaşları sırasında büyük başarılar göstermiş ve ordu mensuplarının sempatisini kazanmıştı.
Sultan Dördüncü Mustafa hat sanatıyla uğraştı. Gayet güzel yazıları vardır. Osmanlı hanedanından Sultan Beşinci Murad’dan sonra en az padişahlık yapanlardan birisidir.
Kız çocukları: Emine Sultan

II. Mahmud (1808 – 1839)
Sultan İkinci Mahmud, 20 Temmuz 1785 tarihinde, İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Birinci Abdülhamid, annesi Nakşidil Valide Sultan’dır. Orta boylu, geniş omuzlu, beyaz sakallı, zarif ve sevimli yüzlüydü. Diğer Osmanlı padişahları gibi kuvvetli bir tahsil gördü. Öğrenimi ile, Sultan Üçüncü Selim, padişahlığı sırasında bizzat meşgul olmuştu.
Cesur, temkinli, sabırlı ve azimli bir kişiliğe sahip olan Sultan İkinci Mahmud, Alemdar Mustafa Olayı sonrasında, 28 Temmuz 1808 tarihinde tahta çıktığında yirmi üç yaşındaydı. Zekî ve bilgili bir insan olan Sultan İkinci Mahmud, Avrupa’daki yenileşme hareketlerini benimsemişti. Adalet işlerine gereken önemi verdi, yeni kanun ve tüzükler hazırlattı ve bu sebeple kendisine “Adlî” ünvanı verildi.
Şiiri, edebiyatı ve bilimi seven, halk arasında dolaşmayı ve onların dertlerini dinlemeyi gerekli gören Sultan İkinci Mahmud, Osmanlı Devleti’ni gerek sosyal bakımdan, gerekse uygarlık açısından ileri bir ülke yapmaya çalıştı. Sultan İkinci Mahmud, yakalandığı verem hastalığından kurtulamayarak, 1 Temmuz 1839 günü, dinlenmek için gittiği kardeşi Esma Sultan’ın Çamlıca’daki köşkünde, elli dört yaşında vefat etti. Büyük bir cenaze töreni ile halkın gözyaşları arasında Divan Yolu’ndaki türbesine defnedildi.
Erkek çocukları: Abdülmecid, Abdülaziz, dört tane Ahmed isimli Şehzade, Bayezid, Abdülhamit, Süleyman, Mehmed, Murad, Nizameddin, Mehmed, Abdullah, Osman
Kız çocukları: Emine Sultan, Hamide Sultan, Hayriye Sultan, Şah Sultan, Saliha Sultan, Ayşe Sultan, Atike Sultan, Fatma Sultan, Münire Sultan, Fatma Sultan, Mihrimah Sultan, Adile Sultan.

Abdülmecid (1839 – 1861)
Sultan Abdülmecid, 25 Nisan 1823 günü doğdu. Babası Sultan İkinci Mahmud, annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan’dır. Sultan Abdülmecid, babasının arzusu yönünde bir eğitim ve terbiye gördüğü için ıslahatçı fikirlere sahipti. Batı âlemine karşı hayranlık besliyordu. Babasının vefatı üzerine, henüz 17 yaşında iken Osmanlı tahtına oturdu. Devletin ilerleyişi için Avrupaî hayat tarzının ülke çapında yaygınlaştırılmasını istedi. Saltanatının henüz dördüncü ayında ilân ettiği Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu sebebiyle Tanzimat Dönemi padişahı olarak şöhret bulmuştur.
Sultan Abdülmecid, batılı yazarların takdir ve sevgiyle andıkları bir padişahtı. Âdil, merhametli, ıslahatçı, yenilikçi bir insan olan Sultan Abdülmecid, 25 Haziran 1861 tarihinde, 39 yaşında iken İstanbul’da veremden dolayı vefat eden Sultan Abdülmecid, Yavuz Sultan Selim’in türbesi yanındaki mezarına defnedildi.
Sultan İkinci Mahmud, ölüm döşeğinde iken, Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmış olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Osmanlı kuvvetlerini Nizip’te yenilgiye uğratmıştı. Sultan Abdülmecid böyle karmaşık bir ortamda tahta çıktı. Mısır Sorunu, Rus donanmasının Hünkâr İskelesi Antlaşmasına uyarak İstanbul’a gelmesi üzerine bir Avrupa sorunu haline geldi.
Başta İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya olmak üzere Avrupalı devletler Osmanlı Devleti ile Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa arasındaki Mısır sorununu çözmek için bir konferans düzenlediler. Avrupa Devletleri, Mısır’da güçlü bir yönetim istemiyorlardı. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya karşı Osmanlı Devleti’nin tarafını tuttular ve bu ortamda Londra Sözleşmesi imzalandı (1840).
Buna göre; Mısır Osmanlı Devleti’ne bağlı kalacak, ancak yönetimi Mehmed Ali Paşa ve oğulları yürütmeye devam edecekti. Mısır seksen bin altın vergi ödeyecekti. Suriye, Adana ve Girit tekrar Osmanlı yönetimine bırakılıyordu.
Hünkâr İskelesi Antlaşmasının süresi bitince, Londra’da yeniden bir konferans düzenlendi (1841). Toplantıya Osmanlı Devleti’nden başka Rusya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Avusturya katıldı. Konferansta alınan kararlara göre, Boğazlar’da egemenlik hakkı Osmanlı Devleti’ne ait olacak, ancak barış döneminde hiçbir savaş gemisi Boğazlar’dan geçmeyecekti.
Bu antlaşma ile Fransa ve İngiltere Akdeniz’deki güvenliklerini sağlamış oluyorlar, Osmanlı Devleti’nin Boğazlar üzerindeki kayıtsız şartsız haklarına kısıtlama geliyordu. Rusya ise Hünkâr İskelesi Antlaşması ile Boğazlar üzerinde sağladığı üstünlüğü kaybetmiş oluyordu.

Abdülaziz (1861 – 1876)
Sultan Abdülaziz 8 Şubat 1830 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Sultan İkinci Mahmud, annesi Pertevniyal Valide Sultan’dır. Elâ gözlü, beyaza yakın kumral tenli, sert bakışlı ve top sakallıydı. Ağabeyi Sultan Abdülmecid’in vefatı üzerine 25 Haziran 1861 günü tahta çıktığında 31 yaşındaydı. Müsrif bir padişah olarak tanınmasına rağmen, çok sade giyinir, sarayda terlik ve entari ile dolaşırdı. Babası öldüğü zaman dokuz yaşlarındaydı. Ancak ağabeyi Sultan Abdülmecid, onun eğitimine gerektiği gibi dikkat etti. Şehzadeliği sırasında rahat ve korkusuz bir hayat sürdü. Çok iyi Fransızca konuşurdu. Şiire ve müziğe de ilgisi vardı. Kendine ait besteleri vardır. Resim yapma kabiliyeti de çok üstün olan Sultan Abdülaziz, Osmanlı donanmasına ısmarlayacağı gemilerin plânını bizzat kendisi çizmişti. Ok atmayı, ata binmeyi, avlanmayı ve özellikle güreşmeyi çok severdi. Güçlü, kuvvetli ve pehlivan yapılıydı. En iyi pehlivanlarla güreşir ve sırtlarını yere getirirdi.

V. Murad (30 Mayıs 1876 – 31 Ağustos 1876)
Sultan Beşinci Murad 21 Eylül 1840 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Şevk-Efza Kadın Efendi’dir. Annesi Çerkezdir. Sultan Beşinci Murad, çocukluğunda ve gençliğinde iyi bir eğitim gördü ve Fransızca öğrendi. Okumaya çok meraklı olduğundan dolayı, Fransa’dan kitaplar getirtir ve sürekli olarak okurdu. Edebiyata karşı çok ilgiliydi. Aralarında Ziya Paşa ve Namık Kemal’in de olduğu devrin bir çok şairi ile yakın dostluk kurmuştu. Yabancı kültürlerin etkisi altında kalan Sultan Beşinci Murad, piyano çalardı. Batı müziği stilinde besteler bile yapmıştır. Avrupalı prenslerle dost olmuş, onlarla mektuplaşmış olan Sultan Beşinci Murad, yerli ve yabancı gazeteleri yanından eksik etmezdi.
Sultan Abdülaziz ile beraber çıktığı Avrupa seyahati sırasında Avrupa’yı yakından görüp hayran kalmış olan Sultan Beşinci Murad, bu gezi sırasında İngiltere’de tanıştığı Gal Prensi (sonradan İngiltere Kralı olan VII. Edward) ile yakın bir dostluk kurdu. Gal Prensinin tesiri altında kalıp mason olan Sultan Beşinci Murad, çok müsrif ve ihtiras sahibi bir insandı. Padişah olmak için amcasının ölümünü beklediğini açıkça söylerdi.
Sultan Beşinci Murad, tahttan indirilen Sultan Abdülaziz’in yerine 30 Mayıs 1876’da padişah oldu. Ancak, Osmanlı Devleti’ni kurtarmak için meşrutiyetin kurulmasını isteyen, bu düşünce ile tahta güvendikleri bir hükümdar getiren aydınların umudu yine kırılmıştı. 93 gün kaldığı Osmanlı tahtından 31 Ağustos 1876 günü indirildi. 28 yıl daha sarayda yaşayan Sultan Beşinci Murad, 29 Ağustos 1904 tarihinde vefat etti ve annesi Şevk-Efza Kadın Efendi’nin Yeni Cami’deki türbesine defnedildi.

II. Abdülhamid (1876 – 1909)
Sultan İkinci Abdülhamid, 21 Eylül 1842 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Tir-i Müjgan Kadın Efendi’dir. Annesi Çerkezdir. Sultan İkinci Abdülhamid çok küçük yaşta iken annesini kaybettiği için öksüz büyüdü ve onu üvey annesi Piristu Kadın yetiştirdi. Çocukluğunda çok zayıf bir bünyeye sahip olan Sultan İkinci Abdülhamid sık sık hasta olurdu. Babasının padişahlığı sırasında bu durumu yüzünden özel ilgi gördü. Çok hoşgörülü bir ortamda büyüdü. Kültür derslerinin yanında musiki dersleri aldı ve piyano çalmayı öğrendi.
Bekârlığı sırasında çok serbest bir hayat yaşayan Sultan İkinci Abdülhamid, evlendikten sonra tüm boş zamanını ailesiyle, çocuklarıyla geçirmeye başladı. Sultan İkinci Abdülhamid, yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti’ni uyguladığı politikalarla 33 yıl ayakta tutmayı başarmış bir padişahtır.
Hayırsever ve cömert bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para bulunmadığı söylenince, atalarından kalma şahsî servetinden masrafları karşılamış, bunu devletten geri almamıştı.
Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı. Son derece şefkatli bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid’in kendisini öldürmek isteyenleri bağışlaması, dünya siyaset tarihinde ender rastlanan bir olaydır. Sultan İkinci Abdülhamid, kültüre önem vermiş ve eğitim konusunda hizmet verecek birçok mekân yaptırmıştır.
Güzel Sanatlar Akademisi, Ticaret ve Ziraat Okulları kuran Sultan İkinci Abdülhamid, ilk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, kız meslek okulları da yaptırmıştır. Vilâyetlere liseler, kazalara ortaokullar kurmuş, ilkokulları köylere kadar ulaştırmıştır.
İstanbul’da Şişli Etfal Hastahanesi’ni ve Dârülaceze’yi kendi şahsi parasıyla yaptırdı. Hamidiye adı verilen içme suyunu borularla İstanbul’a getirtti. Karayollarını Anadolu içlerine kadar uzatan Sultan İkinci Abdülhamid, Bağdat’a ve Medine’ye kadar da demiryolları döşetmiştir. Büyük şehirlere atlı tramvay hatları yaptırmıştır.

Mehmed Reşad (1909 – 1918)
Sultan Mehmed Reşad 2 Kasım 1844 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Gülcemal Kadın Efendi’dir. Annesi Çerkezdir. Çocukluğu, padişah olan babasının yanında geçti. Eğitim ve öğrenimine gereken önem gösterildi.
Sultan Mehmed Reşad, amcası Sultan Abdülaziz zamanında rahat bir şehzadelik yapmasına rağmen ağabeyi Sultan İkinci Abdülhamid zamanında sarayda hapis hayatı yaşadı. Veliaht olduğu için devamlı kontrol altında tutuluyordu. Sultan Mehmed Reşad günlerini haremde geçirir, şiir ve kitap okurdu.
Sultan Beşinci Mehmed Reşad, İttihat ve Terakki partisinin desteğiyle tahta çıktığında 65 yaşındaydı. Sultan İkinci Abdülhamid’in padişahlığı sırasında devlet işleriyle yeterince ilgilenmemişti. Padişahlığı sırasında yönetim daha çok İttihat ve Terakki partisinin ileri gelenlerinden Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’nın eline geçmişti.

Mehmed Vahdeddin (1918 – 1922)
Sultan Mehmed Vahdeddin otuz altıncı ve son Osmanlı padişahıdır. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Gülistu Kadın Efendi’dir. 2 Şubat 1861 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Sultan Abdülmecid, Sultan Mehmed Vahdeddin doğduğu yıl, annesi Gülistu Kadın Efendi de, o henüz çok küçükken vefat etmişlerdi. Çocuk denecek yaşlarda hem öksüz, hem yetim kalan Sultan Mehmed Vahdeddin, babası Sultan Abdülmecid’in kadınlarından Şayeste Kadın tarafından büyütüldü.
Sultan Abdülaziz’in saltanatı sırasında henüz bir çocuk olduğu için serbest yetişti. Eğitim ve öğrenimi ile ağabeyi Sultan İkinci Abdülhamid henüz padişah değilken bile yakından ilgilendi. Sultan İkinci Abdülhamid, saltanat yıllarında da bu tutumunu değiştirmedi, ona hep değer verdi ve onu korudu. Bu yüzden ağabeyinin saltanat yıllarında rahat bir hayat yaşadı.
Sultan Mehmed Vahdeddin, çok okurdu, okuduğunu iyi anlardı. Özellikle fıkha ait eserler ilgisini çekmişti. Kitabeti ve imlâsı düzgündü. Zekî bir insandı, fikirlerini kâğıt üstüne aktarmakta zorluk çekmezdi. Çok nazik bir insan olan Sultan Mehmed Vahdeddin, Viyana seyahati sırasında hem yanındakileri hem de yabancıları nezaketine hayran bırakmıştı. Az konuşur, daha çok dinlemeyi sever ve birisini dinlerken pür dikkat kesilirdi.
Sultan Mehmed Reşad, padişah olduğu zaman, yaş bakımından Sultan Mehmed Vahdeddin’den daha büyük olan Sultan Abdülaziz’in oğlu Yusuf İzzeddin veliaht idi. Yusuf İzzeddin’in ölümü üzerine veliahtlığa Sultan Mehmed Vahdeddin getirildi.
Veliaht olarak bulunduğu yıllarda, Birinci Dünya Savaşı çıktı. Savaş sırasında Osmanlı Devleti’nin veliahtı olarak Almanya’ya resmî bir gezi yaptı. Bu seyahatinde yanında Mustafa Kemal de bulundu. Sultan Mehmed Reşad’ın ölümü üzerine, Sultan Altıncı Mehmed Vahdeddin sanı ile padişah oldu.

BİREY GELİŞİMİ

 Çocuk Gelişimine Giriş

İnsan türünün kendine özgü bir gelişim süreci ve ilkeleri vardır. Gelişim ilkeleri insanın bir bütün olarak nasıl geliştiğinin genel görünümünü verir. İnsanın özel yönlerini tanımak için bedensel, motor, zihinsel, duygusal, sosyal ve cinsel gelişimini incelemek gerekir . Bu bölümde gelişimle ilgili temel bazı kavramlar ve gelişim ilkeleri tanımlanacak, insanların farklı dönemlerdeki gelişim özellikleri ile öğrenme yöntem ve teknikleri üzerinde durulacaktır.

 Çocuk Gelişimini Bilmenin Önemi

İnsanın gelişimi döllenmeden doğumuna, doğumundan da ölümüne kadar durmaksızın sürer gider. Yaşlılık yıllarında boy büyümesinin duraksadığı, kimi kez boy uzunluğunun azaldığı görüldüğünde, insan gelişiminin durduğu sanılır. Oysa insan hem bedendeki değişmeler, hem de öğrenme yoluyla gelişimini sürdürür. İnsan, canlı kaldığı sürece çevresiyle etkileşerek ve yaşayarak değişir, bir başka deyişle gelişir. Değişimler, genellikle artarak ilerleyen ve birikimsel bir yapıya sahiptir. Örneğin; motor gelişim, çocuğun ulaşma, tutma, emekleme ve yürümesine kadar ilerleyen bir yapıda oluşur. Bilişsel gelişimde de erken yıllarda belirli nesneleri tanımakla başlayan süreç, ergenlik çağında daha karmaşık kavramları ve soyut düşünceleri şekillendirme ile devam eder.

İnsanın gelişimi sürekli olmakla birlikte, bu sürekliliğin hızı her yaşta aynı değildir. Örneğin; döllenmeden doğuma kadar olan evrede çok hızlı bir büyüme süreci yaşanır. Çocuğun iki yaşına kadar olan süredeki büyüme hızı, doğumdan önceki evreden az, ama iki yaşından sonraki evreden çok hızlıdır. Böylece insanın gelişimi sürekli bir akış içinde, ancak kimi kez yavaş, kimi kez hızlıdır. İnsan gelişiminin bir yavaşlamadan, diğer yavaşlamaya kadarki hızlı olduğu yaşların tümüne bir evre (çağ) denir. Her gelişim evresi, diğer evrelerden daha değişik bir hızda gelişir ve insanın değişik yaşlarını kapsar. Bu yüzden her gelişim evresi, kendine özgü gelişim görevi gerektirir. Yapılan gözlem ve çalışmalar çocuklarda gelişim evrelerine özgü ortak eğilim ve davranış kalıplarının olduğunu ortaya koymuştur. Bu ortak özelliklerin bilinmesi çocuk eğitiminde izlenecek yöntemi belirleme açısından önemlidir

Çocukların gelişim dönemlerinin özellikleri bilmek, bireysel farklılıklar konusunda bilgi sahibi olmak; eğitim programlarının çocukların özelliklerine uygun olarak hazırlanmasında eğiticilerin işlerini büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır. Eğitim psikologları, gelişim alanı ile ilgili bilgi sahibi olmanın etkili bir öğretim ortamının sağlanmasındaki önemini özellikle vurgulamaktadır. Bu nedenle öğretmenlerin çocukların gelişimsel özellikleri hakkında bilgi sahibi olmaları, etkili bir öğrenme ortamını oluşturmalarını kolaylaştıracaktır.

Eğitim, bir davranış değiştirme sürecidir. Bu süreç içinde yapılacak her türlü planlama ve uygulamada çocukların gelişim özellikleri temel alınır. Hedeflerin öğrencilerin gelişim düzeyine uygun olarak belirlenmesi, öğrenme yaşantılarının bireysel farklılıklara göre çeşitlendirilmesi ve değerlendirme yaklaşımlarının gelişim özelliklerine göre seçilmesi gerekir. Gelişimin doğasını bilmek, eğitimciler ve ebeveynler açısından çocukların gelişimleri desteklemek açısından önemli bir sorumluluktur. Öğretmenin çocukların gelişim özelliklerini tanıma ve izleme, gelişimi kolaylaştırma, aksayan yönleri saptama ve müdahale etme gibi sorumlulukları yerine getirebilmesi gelişimin doğasını tanıması ile mümkündür.

Çocukların içinde bulundukları gelişim dönemlerini ve bu dönemlerin özelliklerini bilmek, aynı yaş grubundaki çocuklar arasında, bireysel farklılıklar olabileceğini gözönünde bulundurmak, ebeveyn ve eğitimcilerin çocuklardan beklentilerinin gerçekçi düzeyde olmasını sağlar. Bir yaşındaki bir çocuktan tuvalet kontrolünü beklemek ya da iki yaşındaki bir çocuğun bisikleti kullanmasını beklemek hatalıdır. Çünkü bu yaşlardaki çocuklar, bu davranışları yapabilecek gelişim düzeyine ulaşmamışlardır. Kalıtımla ilgili özelliklerinin ve yaşanılan çevre koşullarının birbirinden farklı olması nedeniyle çocukların gelişimlerinde de bireysel farklılıklar görülür. Bu nedenle her çocuktan aynı yaş ve zaman içinde aynı gelişim görevlerini beklemek yanlıştır. Gelişimdeki bireysel farklılıklardan haberdar olan bir anne-baba üç yaşında olduğu halde konuşamayan, bir yaşını geçtiği halde yürüyemeyen çocuklarının bu durumunu normal olarak değerlendirebilir. Aynı yaştaki diğer çocuklarla kıyaslamanın hatalı olduğunun bilincindedir.

Her gelişim döneminin kendine özgü bazı ihtiyaçları vardır. Özellikle yaşamın ilk iki yılında çocuğun kişiliğinin temelini oluşturan temel güven duygusunun kazanılması açısından sevgi ve yakın ilgi önemlidir. Bunun için çocuğun her türlü ihtiyacının zamanında ve yeterince karşılanması ve çocuğun oyun oynamasına fırsat verilmesi gerekir. Yaşamın ilk yılları çocuğa temel bazı alışkanlıkların kazandırılabilmesi açısından önemlidir. Çocuk gelişimi konusunda bilgili olan yetişkinler, çocukların gelişim özellikleri ve beklentileri doğrultusunda bu alışkanlıkları en doğru şekilde kazandırabilirler.

Çocukların büyük bir çoğunluğu gelişimleri süresince çeşitli problem davranışlar gösterirler. Çocukta ortaya çıkan sorunları, uyumsuzlukları davranış problemi olarak değerlendirmeden önce, çocuğun içinde bulunduğu dönemin özelliklerini gözönünde bulundurmak gerekir. Herhangi bir yaş ya da dönem için normal sayılan bir belirti ya da davranış, başka bir yaş ya da dönem için normal olarak değerlendirilmeyebilir. Örneğin; dört-beş yaşına kadar arasıra gece yatağını ıslatmak önemsenmeyecek bir durumken, bu davranışın daha ileri yaşlarda da devam ettiğini görmek bir sorunun habercisidir. Oyun döneminde her söylenene karşı çıkan, arasıra yalan söyleyen bir çocuğun durumunu normal karşılamak gerekirken, bu davranışın okul döneminde de sürdürülmesi önem taşır. Bu açıdan belirli yaş dönemleri içinde normal ve normal dışı davranışların bilinmesi önemlidir.

Gelişim dönemlerinin incelenmesi ruh sağlığı bakımından da önemlidir. Dönemlerin ortak ruhsal özelliklerinin bilinmesi ruhsal gelişimin yolunda gidip gitmediğini anlamaya yardımcı olur. Sağlıklı gelişimin bilinmesi kişilik gelişimindeki sapmaların gözlemlenmesini kolaylaştırır .

 Gelişimle İlgili Temel Kavramlar

Gelişim doğum öncesi dönemden yaşamın sonuna kadar devam eden bir süreç olarak ele alınmaktadır. Gelişimin bu denli geniş bir zaman yelpazesini kapsaması, beraberinde pek çok kavramın, yöntemin ve görüşün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Gelişim psikologları da sadece gelişimin tanımını yapmak yerine, bütün kavram ve ilkeleri, gelişim aşamalarındaki sıraları, neden-sonuç ilişkileri ile gelişimsel değişmeleri açıklama çabasına girmişlerdir. Bu çabalar gelişimde büyüme, olgunlaşma, öğrenme, hazırbulunuşluk, kritik dönem gibi kavramların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

 Büyüme

Çoğu kez birbiriyle karıştırılan “büyüme” ve “gelişme” sözcükleri, gerçekte birbirinden farklı kavramlar olup, biri diğerinin yerini alamaz. Bireyin hem bedeninin, hem de iç organlarının boy ve ağırlık yönünden artışına büyüme denilmektedir. Büyüme, herhangi bir organın ya da özelliğin miktarındaki artışlardır. Boyun uzaması, vücut ağırlığının artışı, kalbin ve beynin ağırlığının artması gibi fiziksel özellikler büyümeye örnek olarak verilebilir. Büyüme gelişimin niceliksel yönüdür ve çeşitli araçlarla ölçülebilir. Örneğin; bir bebeğin doğumundan itibaren beden ağırlığının artışı terazi ile tartarak izlenebilir ve büyümesi takip edilebilir.

 Gelişim

Gelişme, organizmanın büyüme, olgunlaşma ve öğrenmenin etkileşimiyle sürekli olarak ilerleme kaydeden değişmesidir. Gelişme bir ürün olarak düşünüldüğünde, gelişimi bu ürünün süreç yönü olarak tanımlamak mümkündür. Gelişim, organizmanın döllenmeden başlayarak bedensel, zihinsel, dil, duygusal, sosyal yönden en son aşamaya ulaşıncaya kadar sürekli ilerleme kaydeden değişimidir. Olgunlaşma ve öğrenme olmadan gelişim sağlanamaz. Örneğin; bir çocuğun ağaca tırmanması devinimsel bir gelişmedir. Çocuk kas ve kemikleri yeterli büyüklüğe ve olgunluğa ulaşmadan ağaca tırmanmayı öğrenemez. Kas ve kemikleri yeterli olgunluğa eriştikten sonra, ağaca tırmanmayı öğrenmemişse de ağaca tırmanma davranışını gösteremez.

Gelişme değişikliklerin niceliği yanında, niteliğini de içermektedir. Gelişme kavramı düzenli, uyumlu ve sürekli bir ilerlemeyi dile getirmektedir. İleriye dönük olup, değişiklikler arasında belirgin bir ilişkiyi de kapsar. Birçok yapı ve işlevi bütünleştiren bir olgudur. Bu bütünleşme nedeniyle gelişimin her evresi kendisinden sonra gelen evreyi doğrudan etkiler. Dolayısıyla, hiyerarşi, bütünleşme ve yapısal bağıntı gelişim evrelerinin temel özellikleri arasındadır.

İnsan gelişiminin biyolojik açıdan amacı, tüm canlılarda olduğu gibi birey olarak kendi yaşamını ve tür olarak da kendi soyunu sürdürmektir. Ruhsal açıdan ise insan benliğini bulmaya, çevreye uyum sağlamaya ve kişiliğini geliştirmeye çalışarak mutlu olmayı amaçlar. Bu amaçlar için insan bedensel, devinsel, bilişsel, duygusal, cinsel, toplumsal, törel yönden kendini geliştirme çabasına girer, ürünler-değerler üretir. Bu üretimi gerçekleştirmek için de kendini yeterli kılmaya çalışır (Başaran, 1996).

Gelişim, gerileme ve duraklama kavramlarıyla da karşılaştırılabilir. Bir değişiklik önceki duruma göre üç durumu ifade edebilir. Eğer, daha kötü bir duruma geçişi gösteriyorsa gerileme, aynı düzeyde başka bir duruma geçişi veya değişikliğin olmadığını ifade ediyorsa duraklama, daha iyi bir duruma geçişi ifade ediyorsa gelişme olarak nitelenebilir. Gelişim, tek yönlü bir süreçtir. Aksi halde gerileme olur. Psikolojik anlamda ele alındığında, gelişimin sonucu olarak kazanılan özellikler kazanılmamış duruma dönemezler. Ancak bazı olağanüstü, kaza gibi durumlarda böyle bir durumdan söz edilebilir. Normal yollarla böyle bir durum meydana gelmez.

 Olgunlaşma

Çocuk bir gelişim döneminden diğerine bireysel hızıyla, aşamalı olarak ilerler. Meydana gelen değişmeler öncelikle olgunlaşmaya bağlıdır. Olgunlaşma, vücut organlarının kendilerinden beklenen fonksiyonu yerine getirebilecek düzeye gelmesi için, öğrenme yaşantılarından bağımsız olarak, kalıtımın etkisiyle geçirdiği biyolojik bir değişmedir. Olgunlaşma, fiziksel gelişime büyük ölçüde etki eder. Birçok psikomotor davranışın yapılması olgunlaşmaya bağlıdır. Örneğin; kas ve kemik yapısı yeterli olgunluğa ulaşmadan çocuk yürümeyi öğrenemez. Ayrıca olgunlaşma, çocukların belirli bir yaşta gösterebilecekleri özelliklerdeki en fazla artışı sağlayabilir. Örneğin; henüz el kaslarını tam olarak kontrol edemeyen beş yaşındaki bir çocuk, on yaş çocuğu kadar düzgün ve kontrollü çizemez .

Araştırmalar, öğrenilecek bir konuda yeterli olgunluğa erişmeden, çocukların öğrenmeye zorlanmasının gereksiz olduğunu ve hatta bazı sakıncaların ortaya çıkabileceğini göstermektedir. Yapılan bir araştırmada; kırk altı haftalık özdeş ikizlerden birincisine altı hafta süreyle merdivene tırmanma alıştırmaları yaptırılmıştır. Altıncı haftanın sonunda birinci ikiz merdiveni yirmi altı saniyede tırmanmıştır. Diğer ikize bu süre içinde herhangi bir alıştırma yaptırılmamıştır. Ancak, ikinci ikiz elli üç haftayı tamamlayınca, hiç merdiven tırmanma alıştırması yapmadan, merdiveni yardımsız olarak kırk beş saniyede tırmanmıştır. Bu ikinci ikize iki hafta süreyle merdiven tırmanma alıştırması yaptırılınca, diğer kardeşinden daha hızlı olarak on saniyede merdiven tırmanmıştır. Özdeş ikizlerin yaşı elli beşinci haftaya ulaştığında, önceden alıştırma yaptırılan birinci ikizle kıyaslandığında alıştırma yaptırılmayan ikinci ikizin tırmanmayı daha iyi öğrendiği görülmüştür. Yeterli olgunluk düzeyine ulaşmadan çocuğa yapılacak öğretimin yararsız olmasına karşın, yeterli olgunluk çağını geçiren çocukların gerekli bilgi, beceri ve tutumları daha iyi öğrenemedikleri görülmektedir.

 Öğrenme

İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerinden birisi öğrenme kapasitelerinin oluşudur. Biyolojik bir varlık olarak dünyaya gelen insan, kısa sürede pekçok yeni davranış öğrenir. Önce çevresine bilinçli olarak gülücükler dağıtır, yürümeye, konuşmaya başlar. Sonra giyinmeyi, arkadaşlarıyla oynamayı, okumayı-yazmayı, futbol oynamayı öğrenir. Bireyin yaptığı davranışların büyük bir çoğunluğu öğrenme ürünüdür.

Öğrenme; “tekrar ya da yaşantı sonucu meydana gelen, kalıcı davranış değişikliği” olarak tanımlanabilir. Bu tanıma göre öğrenmenin üç temel özelliği vardır.

Öğrenme sonucunda mutlaka bir davranış değişikliği meydana gelir: Öğrenme nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, bireyde davranış değişikliği meydana getirir. Örneğin; daha önce zebra görmeyen bir çocuğa zebra resmi gösterilip, “Bu ne?” diye sorulunca, ya “Bilmiyorum” diyecek, ya da bildiği hayvanlardan at ya da eşeğe benzetecektir. Resimdeki hayvanın zebra olduğu söylendiğinde resmi yeniden gördüğü zaman “bu bir zebra” diyecektir. Yani öğrenmeden önceki “bilmiyorum” ya da “at” deme davranışı, “zebra” demeye dönüşecektir.

Öğrenme ürünü olan davranış hemen ortaya çıkabildiği gibi, yeri geldiği ya da birey istediği zaman da ortaya çıkabilir. İnsanlar öğrendiklerini istedikleri zaman yazarak, yaparak, söyleyerek mutlaka gösterirler. Bireyin davranışlarına bakarak öğrenmenin gerçekleşip gerçekleşmediğini anlamak mümkündür.

Öğrenme ile davranışta meydana gelen değişiklik istendik ya da istenmedik olduğu gibi, yanlış da olabilir. Örneğin; küfürlü konuşma ya da sigara içme istenmeyen bir davranış olmakla birlikte, öğrenilmiş davranışlardır. İnsanlar bazı durumlarda bir sözcüğü hatalı seslendirme gibi yanlış davranışlar da öğrenebilirler. Ancak okulda istendik davranışların öğrenilmesi hedeflenmektedir.

Öğrenme yaşantı ürünüdür: Bireyin çevresiyle kurduğu etkileşim sonucunda bireyde kalan izler “yaşantı” olarak tanımlanır. Böylece öğrenmenin bireyin çevresi ile etkileşim kurması sonucu meydana geldiği söylenebilir. Her bireyin çevresiyle kurduğu etkileşim diğerinden farklı olduğu için, öğrenme bireyseldir. Örneğin; Ayşe ve Zeynep aynı sınıfta bulunan iki öğrenci olduğu halde, dersin sonunda farklı davranışlara sahip olabilirler. Öğretmen ders anlatırken yanındaki arkadaşı ile konuşan Ayşe, arkadaşı ile etkileşime girdiği için öğretmenin anlattığını değil arkadaşının anlattıklarını öğrenecektir. Öğretmenini dinleyen Zeynep ise öğretmenin verdiği uyarıcılarla etkileşim kuracağı için onun anlattıklarını öğrenecektir.

Öğrenme kalıcıdır: Öğrenmeden söz edebilmek için bireyin gösterdiği davranış değişikliğinin sürekli olması gerekir. Kısa süreli davranış değişiklikleri, büyüme, olgunlaşma ve sakatlanma sonucu meydana gelen değişiklikler ile ilaç ve içki kullanımından kaynaklanan davranış değişiklikleri öğrenme değildir.

Öğrenme, düşünce ya da davranış değişimi ise öğretme öğrenmeyi kolaylaştırmak için yapılan kasıtlı bir eylemdir. Öğretme öğrenme ile sonuçlanırsa öğretme etkili olmuştur.

 Hazırbulunuşluk

Hazırbulunuşluk, olgunlaşmadan daha geniş bir kavramdır. Olgunlaşma ve öğrenme sonucunda kişinin belli davranışları yapabilecek düzeye gelmesidir. Biyolojik olgunlaşmanın yanısıra, öğrenmeyi gerçekleştirmek ve desteklemek için uygun şekilde düzenlenmiş çevresel faktörleri içerir. Bu, çocukların bir davranışı öğrenmesi için gereken olgunluğa ulaşmasının yanısıra, yapılacak davranışla ilgili gerekli bilgi ve becerileri de kazanmış olmasını ifade eder. Örneğin; okula yeni başlayan bir çocuğun yazı yazabilmesi için parmak kaslarının belli bir olgunluk düzeyine ulaşmasının yanında, kalemle düz, eğik, yuvarlak çizgiler çizebilmeyi öğrenmesi gerekir.

Olgunlaşma sonucu kaslar büyür, gelişir ve sinirler miyelinize olur. Ancak kasların büyümesi, kasların kullanımı için yeterli değildir. Kasların kullanımı için uygun araç-gereçlerle iletişimin kurulması gerekir. Hazır olma becerisinin eksikliği olgunlaşma yetersizliği ile sonuçlanır.

 Kritik Dönem

Kritik dönem; eğitim ortamında bireylerin yaş değişkenine göre belirli becerileri kazanma ve öğrenme konusunda avantajlı olduğu dönemlerdir. Yaşa ve kazanılacak beceriye göre değişik öğrenme durumları için farklı kritik dönemler vardır ve her bir kritik dönem bir önceki evreye göre daha üst düzey bir öğrenmeye hazırlık aşamasıdır. Uyarıcıların en güçlü etkiyi yaratacağı dönem olan kritik dönemde öğrenmenin gerçekleşmesi önemlidir. Kritik dönem atlatıldıktan sonraki uyarıcılar, etkili bir öğrenme gerçekleştiremezler. Örneğin; ilköğretim çağında okula gitme fırsatı olmayan bir yetişkinin, daha sonra öğrenme süresi daha uzun olmakta ve daha zor öğrenmektedir.

Fırında Ispanaklı Mücver

Fırında Ispanaklı Mücver Tarifi İçin Malzemeler

  • 1 adet kırmızı biber
  • 2-3 adet pırasa
  • Yarım bağ ıspanak
  • 1 adet havuç
  • 1 adet patates
  • 3 adet yumurta
  • Yarım çay bardağı sıvı yağ
  • 1 çay bardağı un
  • 1 çay kaşığı tuz
  • Yarım çay kaşığı karabiber
  • Yarım çay kaşığı pul biber
  • Yarım paket kabartma tozu

Üzeri için;

  • Kaşar peyniri rendesi

Fırında Ispanaklı Mücver Tarifi Nasıl Yapılır?

  1. İlk olarak kırmızı biberimizi ince ince doğrayalım ve geniş bir kabın içerisine alalım.
  2. Pırasalarımızı ve temizlediğimiz ıspanaklarımızı da ince ince doğrayarak biberlerimizin üzerine ekleyelim.
  3. Havucumuzu ve patatesimizi de rendeleyelim ve elimizle suyunu sıkarak diğer malzemelerimizin yanına alalım.
  4. Ayrı bir kap içerisine yumurta, sıvı yağ, un, tuz, karabiber, pul biber ve kabartma tozunu da güzelce çırpalım.
  5. Sebzelerimizi güzelce karıştıralım, ardından sosumuzu üzerine dökerek tekrar karıştıralım.
  6. Borcamımıza pişirme kağıdı yerleştirelim ve mücver karışımımızı dökerek spatula yardımı ile her yerine gelecek şekilde yayalım.
  7. Mücverimizi 180°C fırında yaklaşık 30-35 dakika kadar pişmeye bırakalım.
  8. Sürenin sonunda mücverimizi fırından alalım, üzerine rendelenmiş kaşar peyniri serpiştirerek üzerleri kızarana kadar tekrar fırına verelim.
  9. Üzeri güzelce kızaran kış sebzelerimiz servise hazır. Deneyeceklere şimdiden afiyet olsun.

Fıstık Ezmeli Toplar (Tek Atımlık Lezzet)

Fıstık Ezmeli Toplar (Tek Atımlık Lezzet) Tarifi İçin Malzemeler

  • 1 adet olgun muz
  • 3 yemek kaşığı  yer fıstığı ezmesi
  • 1 yemek kaşığı toz kakao
  • 135 gr yulaf ezmesi

Dışını kaplamak için;

  • 80 gr  sütlü çikolata
  • 80 gr  bitter çikolata

Fıstık Ezmeli Toplar (Tek Atımlık Lezzet) Tarifi Nasıl Yapılır?

  1. 1 adet muzu karıştırma kabında çatal yardımıyla ezelim.
  2. Üzerine yulaf ezmesi, toz kakao, fıstık ezmesini ekleyip iyice karıştıralım.
  3. Elde ettiğimiz karışım bitinceye dek, bir tatlı kaşığı kadar alıp avcumuzda top haline getirelim.
  4. Dış kaplaması için, sütlü çikolata ve bitter çikolatayı mikrodalgada eritelim.
  5. Hazırladığımız topların dışını, erittiğimiz çikolatanın içinde kapladıktan sonra soğumaya bırakalım.
  6. Fıstık ezmeli toplarımız hazır, deneyecek herkese afiyet olsun.

Notlar: 16 adet top elde edildi.

 

Patlıcanlı Bulgur Pilavı

Patlıcanlı Bulgur Pilavı Tarifi İçin Malzemeler

  • 2 su bardağı pilavlık bulgur
  • 1-2 adet büyük boy patlıcan
  • 1 adet büyük boy domates
  • 1 yemek kaşığı domates salçası
  • 1 adet soğan
  • 1 diş rendelenmiş sarımsak
  • 2 adet yeşil biber benim yoktu kapya kullandım.
  • 3 su bardağı sıcak su ( iri bulgur kullandım ince bulgur için 2, 5 su bardağı yeterli olacaktır)
  • Tuz, karabiber
  • 2 yemek kaşığı sıvı yağ
  • 1 yemek kaşığı tereyağ
  • Patlıcanlı Bulgur Pilavı Tarifi Nasıl Yapılır?

    1. Öncelikle patlıcanı kabuğunu alacalı soyulur, orta büyüklükte küpler halinde doğranır.
    2. Daha sonra kızgın yağ içinde kızartıp, mutfak havlusu serili bir tabağın üzerine alınır.
    3. Diğer taraftan uygun bir tencere içine 2 yemek kaşığı sıvı yağ koyulur.
    4. Üzerine ince ince doğranmış soğan, sarımsak ve yeşil biber eklenir. 2 dakika kadar sotelenir.
    5. Ardından ince ince doğranmış domates ve salça koyulur, 1 dk kadar daha sotelenir.
    6. Daha sonra yıkanmış suyu süzülmüş bulgur eklenir iki tur karıştırılır, tereyağ, tuz, karabiber ve 2, 5-3 su bardağı sıcak su eklenir.
    7. Kaynamaya bırakılır. Kaynadıktan sonra altı kısılıp, kısık ateşte suyunu çekene kadar pişirilir.
    8. Pişen pilavın üzerine 1 tatlı kaşığı nane serpiştirilir. Son olarak kızarmış patlıcanları bir kısmı üzerine eklenip karıştırılır ve 15 dakika kadar demlenmeye bırakılır.
    9. Demlenen bulgur pilavı servis tabağına alınır ve geri kalan kızarmış patlıcanlar üzerine koyulur.Deneyecek olanlara şimdiden Afiyet olsun. Ben yanına kavrulmuş et ve sarımsaklı yoğurt servis ettim.Afiyet Olsun.

Kremalı Havuçlu Kek

Tarifin Hikayesi

  • 16 Kişi ve üstü Kişilik
  • 20dk Hazırlık, 40dk Pişirme

Hem kek hem de pasta tadı veren, kremasıyla birlikte çok yakışan harika bir havuçlu kek tarifimi sizlerle paylaştım. Tam ölçülü, tam kıvamında, adım adım da anlatmış olduğum gibi yaparsanız, eminim sizinki de çok güzel olacaktır.

Kremalı Havuçlu Kek Tarifi İçin Malzemeler

  • 3 adet yumurta
  • 1 su bardağı toz şeker
  • 1 su bardağı sıvı yağ
  • 1 su bardağı ceviz
  • 1 büyük havuç (1 su bardağı kadar)
  • 2-3 tatlı kaşığı tarçın
  • 1 paket vanilya
  • 1 paket kabartma tozu
  • 3 su bardağı un

Kreması

  • 4 su bardağı süt
  • 2 yemek kaşığı un
  • 2 yemek kaşığı nişasta
  • 5 yemek kaşığı toz şekeri
  • 1 paket vanilya
  • 1 yemek kaşığı tereyağ

Kremalı Havuçlu Kek Tarifi Nasıl Yapılır?

 

  1. Kek hamuru için öncelikle toz şekeri ve yumurta iyice çırpılır.
  2. Sıvıyağ, süt, ceviz, rendelenmiş havuç, tarçın, vanilya koyularak tekrar çırpılır.
  3. Son olarak un ve kabartma tozu eklenip karıştırılır. Yağlanıp, unlanmış olan tepsiye, kek hamuru dökülür.
  4. Soğuk fırın 180 dereceye ayarlanıp, tepsi fırına koyulur. 30-40 dk arasında kekin altı üstü kızarana kadar pişiriyoruz.
  5. Kek pişince, kek soğumaya bırakılır ve diğer yandan kremasını yapmaya başlanılır.
  6. Bir tencereye un, nişasta, şeker koyulur.
  7. Üzerine önce 1 su bardağı süt yavaş yavaş ilave edilerek homojen bir kıvam alıncaya kadar iyice çırpılır.
  8. Un ve nişastanın topak topak olmaması için yapıyoruz.
  9. 3 su bardağı kalan süt ise, tenceredeki kremanın üzerine eklenir ve biraz karıştırılır.
  10. Ocağın altı yakılır. Orta ateşte sürekli karıştırarak pişirilir. Tabanı tutmaması için karıştırmak çok önemli.
  11. Krema kaynayana kadar sürekli karıştırılır.
  12. Kaynayınca, vanilyası ilave edilir. 3-5 dk daha kaynatılır.
  13. Ocağın altı kapatılır. 1 yemek kaşığı tereyağ ilave edilir.
  14. Ocaktan alınan krema, mikserle, 3-5 dk çırpılır ve pürüzsüz bir kıvam alması sağlanır. Krema hafif ocak sıcağı geçene kadar bekletilir.
  15. Soğuk kekin üzerine, ilk sıcağını atmış olan krema dökülür. Dilediğiniz malzeme ile süsleyebilirsiniz. Ben hindistan cevizi ile süsledim. Afiyet olsun 🙂

SOSYOLOJİK DÜŞÜNME VE SOSYOLOJİNİN TEMEL KAVRAMLARI

Sosyoloji Nedir?

Doğduğunuz anda başka bir bebekle yer değiştirmiş olsaydınız nasıl bir hayatınız olurdu? A.B.D.’de, Fransa’da, Hindistan’da ya da Nijerya da doğmuş olsaydınız şimdiki hayatınıza göre neler daha farklı olurdu? Değerleriniz, inançlarınız, tutumlarınız neler olurdu? Ya da aynı toplumda, daha zengin ya da daha yoksul bir ailenin çocuğu olarak, doğduğunuz bölgeden daha gelişmiş ya da daha az gelişmiş bir bölgede veya farklı cinsiyette doğsaydınız hayatınız şimdi yaşadığınız gibi mi olurdu? Aynı eğitimi görebilir, aynı işe girebilir miydiniz? Aynı davranış ve tutumlara mı sahip olurdunuz? Kısacası aynı insan mı olurdunuz? Bunun üzerinde düşünün. Bunu düşünmek, bireysel olduğunu düşündüğümüz birçok şeyin büyük ölçüde toplumsal faktörler tarafından belirlendiğini anlamamıza yardımcı olacaktır.

Gündelik yaşamdaki rutinlerin içinde daldığımızda, yaşadığımız deneyimlerin, olup bitenlerin anlamı üzerinde düşünmeyiz. Bireysel olandaki sosyal olanı, özel olandaki genel olanı görmeyiz. Sosyologlar, insanların yaşadığı bireysel olayların daha geniş olguların yansıması olduğunu gösterir ve insanların deneyimleri arasındaki benzerlikleri ve bu benzerliklerin arasındaki farklılıkları ortaya koyarlar . Sosyoloji (toplum bilim) bizi deneyimlerimizi yeniden değerlendirmeye yöneltir, şeylerin olduğunu zannettiğimiz şekilde olmadığını düşünmemizi, başka yorumların da olduğunu görebilmemizi sağlar. Sosyolojik düşünmenin bireye sağladığı en önemli fayda, şimdiye kadar düşünmediği farklı bir şekilde düşünmeye başlamasını ve böylece o güne kadar tanıdığını düşündüğü dünyanın şimdi olduğundan daha farklı bir dünya olabileceğini keşfetmesini sağlamasıdır. Sosyolojik düşünmek, hem kendi yaşamımızı ve sorunlarımızı, hem de çevremizdeki insanları daha iyi anlamamızı sağlar. Bütün insanların bizimle aynı engellerle ve hayal kırıklıklarıyla karşılaştıklarını fark edebilir ve diğer insanların tercih ettikleri hayat tarzını seçme ve uygulama haklarına daha çok saygı gösteririz. Sosyolojik düşünmek, aramızda karşılıklı anlayış ve saygıya dayanan bir dayanışma oluşmasını sağlar ve bu dayanışmayı güçlendirir.

Resim 1.1 Sosyolojik bakış açısı, toplumsal koşulların bireylerin yaşamlarını nasıl etkilediğini ve belirlediğini görmeyi sağlar. Başka bir deyişle, bireysel sorunların ardındaki toplumsal nedenleri, yani özel olanın içinde genel olanı görmemize yardımcı olur.

DİKKAT: Sosyoloji, yaşamın görünüşte bildik olan yanlarının nasıl başka bir gözle görülebileceğini ve yorumlanabileceğini gösterir.

Sosyolojiyle uğraşmak, sıradan bir bilgi edinme sürecinden ibaret değildir. Sosyolojik düşündüğümüzde olaylara daha geniş bir açıdan bakar, kendimizi gündelik hayatlarımızın sıradanlığından uzaklaştırırız. Anladığımızı ya da bildiğimizi zannettiğimiz şeyleri yeniden inceleriz. Sosyolojinin amacı, sahip olduğumuz bilgileri “düzeltmek” ya da yanlış bildiklerimizin yerine sorgulanamaz doğruları koymak değildir. Sosyolojik düşünmek, bugüne kadar tartışmasız kabul edilen inançları eleştirme, kesin olduğu iddia edilen görüşleri çözümleme ve sorgulama alışkanlığı kazanmaktır . Sosyolojik düşünmek, sosyolojik imgelemi kullanmak demektir. C. Wright Mills’in geliştirdiği bir kavram olan sosyolojik imgelem (sosyolojik tahayyül ya da sosyolojik düş gücü olarak da bilinir), bireysel deneyimleri toplumsal kurumlarla ve toplumların tarihteki yeriyle ilişkilendirmeyi ifade eder. Mills, insanların işleri, aileleri veya komşularıyla ilgili sorunlarını anlayabilmeleri için bu konulardaki daha geniş sosyolojik desenleri tam olarak anlamaları gerektiğini belirtir. Ne bireylerin yaşamları ne de bir toplumun tarihi, her ikisi birden anlaşılmadan anlaşılamaz. Başka bir deyişle sosyolojik imgelem hem tarihi, hem biyografiyi hem de bunların toplum içindeki ilişkilerini kavramaktır. Biyografi ve tarih arasındaki ilişkiyi anlamak insan ve toplum arasındaki, kendimizle dünya arasındaki ilişkiyi anlamaktır. Örneğin bir çiftin boşanması kişisel bir sorundur ama bir toplumda son on yılda yapılmış evliliklerin yarısına yakını boşanmayla sonuçlanmışsa bu toplumsal bir sorundur. Benzer şekilde bir insanın işsiz kalması kişisel bir sorundur, ülkede çalışma çağındaki nüfusun üçte birinin işsiz olması ise toplumsal bir sorundur. Bu durum, bu sorunların bireysel özelliklerden kaynaklanmadığını, toplumsal düzeyde sorunlar olduğunu ve toplumsal düzeyde incelenmesi ve çözülmesi gerektiğini göstermektedir. Böylece sosyoloji, özel olanın içinde genel olanı, bireysel olanın içinde toplumsal olanı, yani kişisel sorunların arkasındaki toplumsal sorunları görmemize yardımcı olur. Sosyoloji, hem toplumların içindeki ve toplumlar arasındaki farklılıkları, hem de bu farklılıklardaki benzerliği gösterir. Bu yolla toplumsal yaşamın kalıpları ortaya konduktan sonra, bireyler içinde yaşadıkları dünyayı da kendilerini de daha iyi anlarlar.

 

Resim 1.2 Charles Wright Mills (1916-1962). Mills’e göre sosyolojinin görevi, bireylerle içinde yaşadıkları toplum arasındaki ilişkileri anlamaktır. Toplumun bireysel yaşamları nasıl şekillendirdiğinin ortaya konması için sosyolojinin kullanılması gerektiğini savunan Mills, bir bireyin veya grubun anlaşılabilmesi için, bu bireylerin içinde yaşadığı toplumun toplumsal ve tarihsel bağlamı hakkında bilgi sahibi olunması gerektiğini belirtmiştir.

Sosyolog Bauman sosyolojinin diğer bilimlerden hem konusu hem de yaklaşımı açısından farklı olduğunu belirtir. Fiziğin, kimyanın, astronominin ilgilendiği konular, sıradan insanların günlük deneyimleri çerçevesine girmez ve ancak milyonlarca dolarlık özel aletlerle, radyo teleskoplarla, elektron mikroskoplarıyla gözlemlenebilir. Bu nedenle bu bilimlerin konuları bilim dalının ve bilim insanlarının tekelindeki mülkler gibidir, onları ancak bilim adamları görebilir ve inceleyebilirler, bu konularda uzman olmayan insanlar bu alanlardaki bilim insanlarının verdiği eğitim olmadan bu konularda herhangi bir fikir sahibi olamaz ve bir kanıya varamazlar. Bu nedenle de bu bilimlerde bilim insanlarının uzman olmayan insanların görüşleriyle, kamuoyuyla ya da sağduyuyla yarışmaları gerekmez. Sosyolojinin çalışma alanında ise radyo teleskoplar ya da elektron mikroskopları gibi araçlar kullanılmaz. Sosyolojik bulgular, sıradan insanların günlük yaşamlarında yaşadıkları deneyimlerden sağlanır. Doğal olarak sosyolojinin incelediği olay ve olgular, sosyolojik olarak ele alınmadan önce zaten herkes tarafından yaşanmıştır ve herkes sosyolojinin konusuyla, yani günlük yaşamlarındaki deneyimleri hakkında sağduyuya dayalı bir bilgiye sahiptir. Örneğin aile, din, istihdam, akrabalık ve komşuluk ilişkileri gibi çeşitli konularda herkesin deneyimleri vardır. Bu nedenle sosyolojinin fizik, kimya, biyoloji gibi bilimlerden farklı olarak konusu üzerinde tekelci bir hâkimiyeti yoktur. Sağduyu, hayatımızdaki günlük işlerimizi yürütmek için yararlandığımız, sistematik olmayan, zengin ama dağınık ve bağlantıları belirsiz olan bilgidir. Başka bir deyişle sağduyu, herkesin hayat hakkında sahip olduğu ham bilgidir . Eğer sosyoloji günlük yaşamımızda yaşadıklarımızla, insan deneyimleriyle ilgileniyorsa, sosyolojiyi herkesin kullandığı gündelik hayata ilişkin bilgiden, yani sağduyudan ayıran şey nedir? Sağduyu ile sosyolojinin insan deneyimlerini ele alışları arasındaki fark, konuyu ele alış biçiminden ve bakış açısından kaynaklanır. Bu farklılıkları dört başlıkta özetlemek mümkündür:

  • Sistemli gözlemlere dayanma ve sorumlu konuşma: Sosyoloji, ampirik bir bilimdir. Bu, sonuçların sistematik gözlemlerin sonucuna dayanması gerektiği anlamına gelir. Sosyologlar araştırma yaparken çeşitli yöntemler kullansalar da sosyolojinin ampirik bir zemine sahip olması, sosyolojik bulguları sağduyudan ayırır . Sosyoloji, sağduyudan farklı olarak, bilimin bir vasfı olduğu kabul edilen sorumlu konuşma kurallarına uyar. Bu, sosyologların kendi inançlarından kaynaklanan fikirleri bilimsel bulgular olarak göstermekten sakınmaları anlamına gelir. Sosyologlar, bilim insanlığı mesleğinin gereği olarak içtenlikle savundukları fikirler olsa bile bunları bilimsel bulgular gibi göstermez ve sınanmamış, tahmin niteliğindeki önermelerle kanıtlanmış bulguları birbirinden ayırmaya büyük özen gösterirler .
  • Yargı oluşturmak için materyalin çıkarıldığı alanın büyüklüğü: Sosyolog olmayan insanlar, kendi yaşam dünyalarında yaptıkları şeylere, sahip oldukları amaçlara ve karşılaştıkları insanlara dayanarak yargıda bulunurlar. Ancak yalnızca kişisel yaşamımıza, kişisel deneyimlerimize dayanan yargılar büyük ihtimalle kısmi ve tek yanlı yargılar olacaktır. Bu kısmilik ve tek yanlılık ancak sosyolojinin yaptığı gibi, kişisel hayat deneyimlerinin diğer insanların deneyimleriyle bir araya getirilmesi ve karşılaştırılmasıyla çözülebilir. Böylece bireysel hayat hikâyeleri ile sosyal (toplumsal) süreçler arasında var olan sıkı bağ görülebilir. Sosyolojik düşünmeyen bireyler bu bağın farkında olmayabilir ve bu bağı denetleyemezler .
  • İnsan gerçekliğine anlam verme biçimi: İnsanlar yaşadıklarının, yaptıklarının, dünyada olup bitenlerin bireylerin bilinçli eylemleri, istek ve amaçları sonucunda meydana geldiğini düşünürler. Hoşlarına giden olayların arkasında birilerinin iyi niyetinin, hoşlanmadıkları olayların arkasında da kötü birilerinin kötü niyetinin yattığını düşünürler. Sosyologlar, dünyayı böyle kişiselleştirilmiş bir şekilde algılamazlar ve gözlemlerini bireysel failler ve eylemler yerine insanlar arasındaki bağımlılık ağlarına dayandırırlar . Sosyoloji, yaşamlarımızdaki olayların büyük ölçüde tarihsel ve toplumsal güçler ve ilişkiler tarafından belirlendiğini gösterir . Çoğumuz dünyayı kendi yaşadığımız şekliyle görürüz, sosyoloji ise bizim neden olduğumuz gibi olduğumuz ve neden davrandığımız gibi davrandığımız hakkında çok daha geniş bir bakış açısını benimsememiz gerektiğini ortaya koyar. Doğal, iyi, doğru ve kaçınılmaz olarak gördüklerimizin doğal, iyi, doğru ve kaçınılmaz olmayabileceğini gösterir .
  • Bildik olanı bilmedikleştirme: Gündelik hayatımızda hareketlerimizin çoğu alışılagelmiş ve tekdüze hareketlerdir. Bu hareketleri sorgulama ya da çözümleme gereği duymayız. Bu nedenle sağduyumuzu da sorgulamayız. İnsanlar “her şeyin ve herkesin her zamanki gibi” olduğunu kabul ettikleri sürece sorulacak hiçbir soru yoktur. Alışkanlıklardan kaynaklanan bu aşinalık, sorgulayıcılığın, eleştirinin, değişimin ve yenilik arayışının önünde bir engeldir. Sosyoloji bu engeli aşarak günlük yaşamı masaya yatırır, bildik gibi görünen konuları inceleyerek, sorgulayarak, eleştirerek bilmedikleştirir. Bunu küçük bir öyküyle açıklayalım: Kırkayak, kırk ayağının hepsini rahatça kullanarak yürüyüş yapıyormuş. Karşısına çıkan bir arkadaşı, “ne kadar dikkatlisin” demiş, “her zaman yürümeye üçüncü ayağınla başlıyorsun, hiçbir zaman yirmi birinci ayağından önce sekizinciyi ya da otuz altıncıdan önce yirmi dördüncüyü atmıyorsun”. Bunu duyan kırkayak, “öyle mi, hiç farkında değildim” demiş ve hangi ayağını hangi sırayla attığına dikkat etmeye çalışırken bir adım bile atamaz hale gelmiş ve dengesini kaybedip düşmüş. Kipling’in yazdığı bu öyküde öz bilinç kazanan kırkayak gibi, gündelik yaşamdaki rutini bozmak, yaptığımız ama farkında olmadığımız davranışları sorgulamak herkesin hoşuna gitmeyebilir. İnsanlar şimdiye kadar bildikleri ve gurur duydukları bir takım şeylerin sorgulanması, bazen de değerini kaybetmesi nedeniyle üzülebilir ya da kızabilirler. Ancak bilmedikleştirmenin önemli faydaları vardır. Bunu yaşayan birey artık hayatını daha bilinçli ve daha özgür yaşayacaktır . Sosyoloji, sosyoloji öğrencilerinin ufkunu genişletir, gözlem becerilerini keskinleştirir ve analitik becerilerini güçlendirir.
  • ÖRNEK: Kişisel olmayan bakış açısı sayesinde sosyoloji, olay ve olguları tek bir açıdan değil, çok boyutlu olarak ele alır. Basit bir örnek vermek gerekirse, sosyolojik düşündüğümüzde çay gibi çok basit görünen bir şeyi bile çeşitli açılardan ele alıp incelemek mümkündür. Çay, gündelik hayatımızda çok önemli bir yere sahiptir olan bir içecektir, çoğumuz güne bir bardak çay içmeden başlamayız ve gün içinde de defalarca çay içeriz. Çayın ne gibi açılardan ele alınabileceğine bakalım:

    • Çay içmek, bizim için simgesel bir anlama sahiptir. Arkadaşlarınızla çay içmek üzere bir araya geldiğimizi, ya da bir tanıdığınıza çay içmek için uğradığımızı düşünelim. Burada amacımız aslında çay içmek değil, bir araya gelmek ve konuşmaktır, bu birliktelik içilen çaydan daha önemlidir. Başka bir deyişle gündelik toplumsal etkinliklerimizin bir parçası olarak çayın simgesel bir değeri vardır.
    • Türkiye, çay tüketiminde birçok ülke arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Çayın tarımsal olarak üretilmesi, toplanması, fabrikalarda işlenmesi, paketlenmesi, dağıtımı ve pazarlaması açısından hem ulusal ekonomi piyasasında önemli bir yeri, hem de ithalat ve ihracat ilişkileri nedeniyle küresel ilişkileri vardır, kısacası çay ekonomik değere sahiptir.
    • Kültürel olarak çaya atfedilen değer, çeşitli toplumlarda farklılık göstermektedir. Örneğin Japonya’da çay, yılın hangi zamanında, kime ve neden sunulduğuna göre farklı şekillerde sunulmaktadır ve çay törenini gerçekleştirecek olanların uzun süre eğitim görmesi gerekmektedir. A.B.D.’de ise çay, kolonilerin bağımsızlık savaşını başlatan protestoları temsil etmektedir. Çay bazı kültürlerde tedavi edici özelliği nedeniyle bir şifa olarak, bazı kültürlerde ise keyif verici madde olarak görülmektedir. Yani çay, kültürel değere sahiptir.
    • Çay her kültürde veya bütün zamanlarda aynı anlama gelmemektedir. Örneğin günümüzde çay gündelik hayatın önemli bir parçası olsa da, Türkiye’de çay yirminci yüzyıla kadar bu derece yaygın olarak içilen bir içecek değildi. Daha önceleri yaygın olarak kahve tüketilirken, İkinci Dünya Savaşı sırasında kahve ithalatı ve 1970’lerin sonlarında döviz transferi yapılamadığı için kahve ithal edilememiş ve kahve yerine çay içme alışkanlığı oluşmuş, bugünkü yaygın tüketimine ancak bu tarihlerden sonra erişmiştir. Başka bir deyişle toplumsal ve ekonomik ilişkiler bütün zamanlarda aynı şekilde geçerli değildir, toplumsal değişmeyle birlikte hepsi değişir.

    Sosyolojinin Temel Kavramları

    Sosyoloji: Sosyoloji, “insanın toplumsal yaşamının, insan grupları ile toplumlarının bilimsel incelemesi “modern toplumlarda insan gruplarının ve toplumsal yaşamın sistematik ve planlı olarak çalışılması”  veya “insan toplumlarının ve toplumu oluşturan gruplardaki insan davranışının bilimsel olarak incelenmesi”  olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle sosyoloji, toplumun, toplumsal etkileşimin, bireyle toplum arasındaki ilişkinin, toplumsal kurumların yapılarının ve birbirleriyle ilişkilerinin bilimsel olarak incelenmesidir. Sosyoloji makro düzeyde toplumsal kurumların ya da toplumların yapısını ve değişimini, mikro düzeyde grupları, gruplar arasındaki etkileşimi ve toplumsal rolleri inceler . Yüz yüze etkileşim hâlindeki gündelik davranışların incelenmesine genellikle mikrososyoloji, siyasal sistem ya da ekonomik düzen gibi büyük ölçekli toplumsal düzenlerin çözümlenmesine ise makrososyoloji adı verilir.

    BİLGİ: Sosyoloji: Geleneksel toplumdan modern topluma dönüşümü anlamaya yönelik çabalardan doğmuş olan, toplumların yapılarını ve değişimlerini anlamaya çalışan bir bilimdir ve modern insan toplumlarının sistematik bir şekilde incelenmesini içerir.

    Toplum: Sosyolojinin en temel kavramı olan toplum, bireylerin toplamı demek değildir. Toplum, belirli bir kültürü ve bir takım toplumsal kurumları paylaşan insanlar arasındaki ilişkilerden meydana gelir. Başka bir deyişle toplumu oluşturan şey bireylerden çok bireylerin arasındaki ilişkiler, paylaştıkları değerler ve davranış kalıplarıdır. Futbol oynamayı bilen 11 kişiyi bir araya getirdiğimizde nasıl bir futbol takımı elde edemezsek, sadece bireylerin bir araya gelmesiyle de toplum oluşmaz. Futbol takımında her oyuncunun bir görevi, rolü vardır. Oyuncular birbirleriyle ilişkilidir, her biri diğer oyuncuların rollerini bilir ve buna göre davranır. Toplumda da insanlar ve gruplar arasında ilişkiler vardır ve toplum insanları etkileyen bu ilişkilerden meydana gelir.

    BİLGİ: Toplum bireylerin toplamından ibaret değildir, insanlardan oluşan bir topluluğun toplum olabilmesi için üyelerinin ortak bir kültürü ve ortak toplumsal kurumları paylaşmaları ve aralarında karşılıklı ilişkiler olması gerekir.

    Toplum Tipleri: En genel düzeyde toplumlar geleneksel (ya da modernlik öncesi) toplumlar ve modern toplumlar olarak ikiye ayrılır. Modernlik öncesi toplumları da birkaç türe ayırmak mümkündür. Avcı ve toplayıcı toplumlar, insanların yaşamlarını bitkileri toplama ve hayvanları avlama yoluyla sürdürdükleri, birkaç düzine gibi nispeten az sayıda insandan oluşan ve eşitsizliğin çok az olduğu toplumlardır. Tarım toplumları, toplumsal yaşamın toprağın ekilip biçilmesine bağlı olduğu toplumlardır. Kırsal toplumlar, tarımsal üretime ek olarak evcilleştirilmiş hayvan yetiştiriciliğinin önemli bir geçim kaynağı olduğu ve açık eşitsizliklerin bulunduğu toplumlardır. Büyük ölçüde tarıma dayanan ancak ticaretin ve tarım dışı üretimin de yoğun olduğu, krallık ya da imparatorlukla yönetilen, farklı sınıflar arasında önemli eşitsizliklerin bulunduğu toplumlara sanayileşmemiş uygarlıklar ya da geleneksel devletler adı verilir. 19. yüzyıl sonrasında bu tip geleneksel toplumlar büyük ölçüde ortadan kalkmış ve farklı bir toplum tipi gelişmiştir. Toplumun endüstri ve teknolojiye dayandığı, nüfusun büyük bölümünün fabrikalar, ofisler ya da dükkanlarda çalıştığı, insanların çoğunlukla endüstriyel üretimin yoğun olduğu kentlerde yaşadıkları, önceki toplum tiplerine göre daha gelişmiş ve yoğun siyasal düzene sahip olan bu toplum tipi modern toplum ya da endüstri toplumu olarak adlandırılır. Günümüzde ise endüstrinin, endüstri toplumundaki formundan büyük ölçüde farklılaştığı ve görece arka planda kaldığı, bilgi ve iletişim sektörlerinin ön plana çıktığı, “bilgi toplumu” ya da “endüstri sonrası toplum” olarak adlandırılan yeni bir toplum tipinin oluşmakta olduğu kabul edilmektedir. Geleneksel toplumdan endüstri toplumuna, endüstri toplumundan bilgi toplumuna geçiş, toplumsal değişmenin bir sonucudur. Toplumsal değişme, toplumun kültürel, yapısal, ekolojik veya demografik özelliklerindeki değişmeyi ifade eder .

    Toplumsal Davranış: Toplumsal kurumları ve toplumsal yapıyı meydana getiren toplumsal davranış kavramı da sosyolojinin temel kavramlarından biridir. Her davranış toplumsal davranış değildir, bir davranışın toplumsal davranış olarak kabul edilebilmesi için, diğer insanların geçmişte meydana gelmiş, şu anda meydana gelen ya da gelecekte meydana gelmesi muhtemel davranışlarına yönelik olması gerekir. Örneğin iki bisikletlinin çarpışmamak için didonlarını kırmaları ya da yapılan bir saldırıya karşı kendilerini savunmaları veya muhtemel saldırılar için önlem almaları toplumsal davranıştır, çünkü bu davranışlar diğer insanların davranışlarına yönelik olarak yapılmıştır.

    Toplumsal Yapı: Toplumda insanların yaşamı tesadüfî bir şekilde sürmez. Etkinliklerimizin büyük kısmı yapılanmıştır, bu etkinlik ve davranışlar, düzenli ve sürekli olarak tekrarlanacak şekilde örgütlenirler . Toplumsal yapılar, toplumsal yaşamı oluşturan ve toplumları birbirinden farklılaştıran ilişkilerdir. Bir başka deyişle toplumsal yapı, toplumun üyeleri arasındaki düzenli, kalıcı ve kalıplaşmış ilişkilerdir . Örneğin ailenin, ebeveyn, çocuklar ve diğer akrabaların düzenli olarak belirli şekilde etkileşimde bulundukları bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Toplum, aile üyelerinin birbirlerine karşı çeşitli sorumlulukları olduğunu var sayar, ebeveynlerden çocuklarını eğitmeleri ve okula göndermeleri, çocukların bağımsız olabilecekleri yaşa gelene kadar ebeveynlerinin sözlerini dinlemeleri ve koydukları kurallara uymaları beklenir. Bu davranış beklentileri ailenin yapısını inşa eden ögelerdendir . Bir toplumun toplumsal yapısından bahsetmek, o toplumdaki statülerden, rollerden, norm ve değerlerden, toplumsal gruplardan ve kurumlardan, özetle o toplumdaki ilişki kalıplarını meydana getiren ögelerden bahsetmek demektir.

    BİLGİ: Toplumsal Yapı, toplumu oluşturan temel gruplardan ve toplumsal kurumlardan meydana gelen kalıcı, sürekli ve örgütlü ilişkilerdir.

    DİKKAT: Bir toplumdaki bütün toplumsal kurumlar birbirleriyle ilişkilidir. Örneğin ekonomi kurumunu ele alalım. Ekonomi kurumu eğitim kurumuyla ilişkilidir çünkü eğitim kurumu, ekonomi kurumunun ihtiyaç duyduğu iş gücünü yetiştirir. Siyaset ve hukuk kurumları ekonomi kurumunun düzgün işleyebilmesi için gerekli düzenlemeleri yapar. Aile kurumu, ekonominin ihtiyaç duyduğu iş gücünü, yani yeni nesilleri meydana getirmesi ve tüketim işlevi açısından ekonomi kurumuyla ilişkilidir.

    Toplumsal Kurum: Toplumsal kurum, toplumsal normlar tarafından sürekli olarak tekrarlanan, onaylanan, sürdürülen, toplumun yerleşik görünümlerini yansıtan ve toplumsal olarak örgütlenmiş olan toplumsal davranış kalıplarıdır . Bu kalıplar, bir toplumda önemli kabul edilen amaçlara nasıl ulaşılacağına ilişkin düşüncelerden meydana gelen bir düzeni içerir. Bir başka şekilde tanımlayacak olursak toplumsal kurum, “toplumun yapısı ve temel değerlerinin korunması bakımından zorunlu sayılan, nispeten sürekli kurallar topluluğudur” . Sosyal uygulamaların kurum haline gelmeye yetecek kadar düzenli ve sürekli hâle gelmesi sürecine kurumsallaşma denir.

    Çoğu toplumun merkezinde aile, din, ekonomi, eğitim, sağlık ve siyaset kurumları, farklı biçimlerde de olsa bulunur. Kurumları somut görünümlerinden ayırmak önemlidir. Örneğin bir hükumet siyaset kurumuna ya da tek bir aile genel anlamda aile kurumuna denk değildir. Bir aile, toplumun bir kurum olarak aileyi şekillendirme tarzından etkilenir, ama günlük yaşamda o toplumdaki aile kurumunun yapısal özelliklerinden bazılarını göstermeyebilir. Toplumsal yaşamın birçok yönü gibi, toplumsal kurumlar bu kurumlara katılan bireylerin dışındadır ama aynı zamanda bu katılım kurumun kendisini de biçimlendirir . Toplumsal kurum, dar anlamdaki kurum kavramıyla karıştırılmamalıdır. Örneğin hastane bir kurumdur, Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi de bir kurumdur. Sağlık ocakları veya dispanserler de birer kurumdur. Sağlıkla ilgili kurumların bütünü ise bir toplumsal kurum olan sağlık kurumunu oluşturur.

    Toplumsal Olgu: Her toplumda, doğa bilimlerinin incelediği olgulardan farklı niteliklerle kendini gösteren olgular vardır. Toplumsal gerçeklik olarak da adlandırılan toplumsal olgu, toplum tarafından kolektif biçimde geliştirilen, bireyin dışında ve kaçınılmaz olan ve bireyi sınırlandıran kural ve pratiklerden çıkarılan davranış biçimleridir. Başka bir deyişle toplumsal olgu, bireyin dışında bulunan ve sahip oldukları zorlama gücü sayesinde kendilerini bireye kabul ettiren davranış, düşünme ve hissetme biçimleridir. . Birey üzerinde bir dış baskı uygulayabilecek her davranış biçimi ya da toplumda bireysel görünüşlerden bağımsız olarak kendine özgü bir varlığı olan ve genel olan her şey toplumsal olgudur . Toplumsal olgular kolektif biçimde geliştirildikleri için ahlaki bir içerik taşırlar ve bu doğrultuda bireylerin davranışlarını kısıtlar. Bireylere dayatılan ve bireyler tarafından içselleştirilen normlar ve kurumlar, toplumsal olguların az çok katılaşmış biçimdeki örnekleridir . Sosyal olgular, diğer adıyla toplumsal gerçeklikler, ampirik olarak çalışılabilirler ve sosyolojinin temel konusunu oluştururlar. Bununla birlikte, sosyal olgular kendi adlarına konuşamazlar, onları anlamak için teorilere ihtiyaç duyarız.

    BİLGİ: Olgu: En genel tanımıyla gerçeği yansıtan saptamalardır. Kadınların siyasal sistemde erkeklerden daha az temsil edilmesi ya da toplumda zenginliğin eşitsiz bir şekilde dağılması birer toplumsal olgudur.

    Toplumsal Grup: Toplumsal gruplar, toplumun yapı taşlarıdır. Grup, birbirlerinin davranışlarını dikkate alarak belirli beklentileri paylaşan ve karşılıklı etkileşim içinde olan insanlar topluluğu olarak tanımlanabilir . Bir otobüs durağında birlikte otobüs bekleyen insanlar bir grup değildir çünkü karşılıklı bir etkileşim içinde değildirler. Ancak bu insanlar otobüsün gecikmesi üzerine kendi aralarında taksi tutmaya ve taksinin ücretini bölüşmeye karar verirlerse, bir grup oluşturmuş olurlar. Bir başka deyişle toplumsal grup, üyeleri arasında ortak amaç ve çıkarlar olan, üyelerinin karşılıklı ilişki içinde olduğu ve bir sürekliliği olan insan topluluğudur. Toplumsal gruplara örnek olarak aile, bir sınıftaki öğrenciler, arkadaşlar, bir iş yerinde birlikte çalışan insanlar verilebilir.

    Benlik: Bireyler doğdukları zaman, kim oldukları hakkında hiçbir fikirleri yoktur. Zamanla diğer insanların kendileri hakkında ne düşündüğünü öğrenmeye ve kendileri de kendileri hakkında aynı şekilde düşünmeye başlarlar. Çocuklar büyüdükçe erkeklerin kadınlardan, zenginlerin yoksullardan, Hristiyanların Müslümanlardan farklı algılandığını görürler; dünyanın kendilerini nasıl algıladığını öğrenir ve bu fikri benimseme eğilimi gösterirler. Sonuçta birey kendi kimliği ve kişisel özellikleri hakkında büyük ölçüde başkalarının toplumda kendi yerini nasıl tanımladığına (statü) dayanan bir benlik geliştirir. Benlik kendimize, kimliğimize ve niteliklerimize ilişkin algı ve düşüncelerimizin bütünüdür.

    Statü: Diğer insanların bizim hakkımızdaki düşüncelerini ve bize karşı tutum ve davranışlarını belirleyen şey çoğu zaman bizim içsel özelliklerimizden çok, statümüzdür. Statü, diğer insanların bireylerin toplum içindeki yerine verdikleri addır. Bir bireyin çocuk, erkek, kardeş, bölüm birincisi, doktor gibi çok sayıda statüsü olabilir. İnsanlar hem edinilmiş (verilmiş) statülere hem de kazanılmış statülere sahiptirler. Örneğin erkek ya da kadın olmak, zengin ya da yoksul bir ailede doğmuş olmak ya da belirli bir ırkta doğmuş olmak gibi statüler, edinilmiş, yani doğuştan gelen statülerdir. İnsanların daha sonra kendi çabalarıyla ve bazen de şansla elde ettikleri statüler ise kazanılmış statülerdir . Öğretmen olmak, baba olmak ya da piyangoyu kazanıp zengin olmak, kazanılmış statülere örnektir. Geleneksel toplumlarda insanların toplumdaki yerlerini belirlemede doğuştan gelen statüler daha ön plandayken, günümüz modern toplumlarında kazanılmış statüler daha önemlidir.

    ÖRNEK: Bir bireyin kadın olması edinilmiş (verilmiş) statü, sosyolog olması ise kazanılmış statüdür.

    Toplumsal Rol: Roller, her bireyi yaşamındaki diğer bireylere bağlayan davranışlara ilişkin toplumsal olarak tanımlanmış beklentilerdir. Başka bir deyişle toplum, her statüdeki insanın belirli bir şekilde davranmasını bekler ve bu davranış rol olarak adlandırılır. Roller, toplumdaki statüye uygun hak ve ödevlerden meydana gelir. Bütün insanlar bir takım statülere (anne, öğretmen, sınıf annesi, komşu) sahip olur ve bunların hepsi kendi rolünü içinde taşır. Toplumsal yaşam, herkesin toplumsal rollerine uyması, yani kendinden beklenen ve önceden tahmin edilebilecek davranışları yerine getirmesi ile mümkün olur. İnsanların sahip oldukları statülere bağlı olarak çok sayıda rolü olabilir, örneğin bir birey erkek, baba, oğul, koca, doktor ve apartman yöneticisi rollerine sahip olabilir. Bireyin rollerinden biri ya da bazıları diğer rollerle uyuşmadığı zaman rol çatışması yaşanabilir. Örneğin polis olan baba, bir baskında suçluların arasında kendi çocuğunu gördüğünde rol çatışması yaşayacaktır. İyi bir baba gibi davranırsa iyi bir polis gibi davranmamış olacak, iyi bir polis gibi davranırsa iyi bir baba gibi davranmamış olacaktır.

    BİLGİ: Rol, belirli statülere atfedilen davranışlara ilişkin toplumsal beklentilerdir.

    Değer: Değerler, davranışlarımızı yargılarken ve hayattaki amacımızı seçerken başvurduğumuz; toplumsal olarak paylaşılan, amaçlarımızı ve davranışlarımızı belirlemede bize neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söyleyen standartlardır . Başka bir deyişle değerler, toplum ya da sosyal bir grup tarafından önemli görülen ideal ve inançlardır . Farklı toplumların değerleri birbirlerinden farklı olabilir, örneğin aileye bağlılık, mütevazılık, kadercilik ya da misafirperverlik gibi çeşitli değerler bazı toplumlarda son derece önemliyken, bazı başka toplumlarda bireycilik ve rekabetçilik önemli değerlerdir ve örneğin mütevazılık bir zayıflık olarak görülebilir.

    BİLGİ: Değerler, toplumda hangi davranışların uygun sayılacağına ilişkin düşüncelerden oluşan inanç, ideal ve standartlardır.

    Norm: Normlar, belirli durumlarda insanların nasıl davranmaları gerektiği konusunda yaptırımı olan beklentilerdir (Bozkurt, 1999:101). Normlar, değerlere dayalı olarak geliştirilen kurallardır. Örneğin toplumun önemli değerlerinden biri dürüstlükte yalan söyleme davranışı, yaptırımı olan kurallarla engellenmeye çalışılır.

    BİLGİ: Normlar

    Ödül ve cezalarla güvence altına alınan, yaptırımı olan kurallar sistemidir.

    Normlar üç gruba ayrılır. Bunlar halk yordamları, örfler ve kanunlardır. Halk yordamı, nispeten zayıf normlardır. Uygun kıyafet giymek, yemeği düzgün yemek, selam verilince almak gibi kurallarda görülür ve yaptırımları şiddetli değildir. Örfler ise toplumun güçlü ve önemli normlarıdır, toplumun üyeleri tarafından toplumun devamlılığı için bu normlara uyulmasının şart olduğu düşünülür ve yaptırımları son derece ağırdır. Yamyamlık, ensest ya da cinayet, örfe örnek verilebilir. Üçüncü grup normlar, yasalardır. Yasalar, toplumun siyasal otoritesi tarafından tasarlanan, sürdürülen ve dayatılan yazılı normlardır. Yasalar, hız sınırını aşmaktan vergi ödememeye, uygun olmayan yerlere çöp dökmekten cinayete kadar birçok davranışa ilişkin yaptırımı olan kurallardır.

    DİKKAT: Normlar, sosyalleşme sürecinde öğrenilirler ve normların büyük kısmına otomatik olarak uyduğumuz için çoğu zaman normlara uymakta olduğumuzu fark etmeyiz.

    Yaptırım: Yaptırım, toplumun üyelerinin normlara uymasını sağlamak için kullanılan, kurala aykırı davranılması halinde öngörülen sonuçtur. Başka bir deyişle toplumsal olarak onaylanan standartlara uyumu sağlamak için kullanılan araçlardır. Yaptırımlar, beklentilere uyan davranışların ödüllendirilmesi gibi olumlu ya da beklentilere uymayan davranışların cezalandırılması gibi olumsuz olabilir . Yaşamda uyduğumuz bütün kurallar yazılı normlarla belirlenmemiştir, yani yasal olarak dayatılmamıştır ama yine de bu kuralların yaptırımlardan kaynaklanan ikna edici güçleri vardır. Örneğin lokantaya gittiğimizde gelen yemeği çatal bıçak kullanmak yerine elimizle yemeye kalkarsak herhangi bir yasayı çiğnemiş olmayız, yine de çok az insan eliyle yer ve yerken de etrafındaki diğer insanların elle yemeyi onaylamayan bakışları, fısıldaşmaları ya da gülüşmeleri gibi yaptırımlara maruz kalır (Bilton vd., 2008:16). Her normun yaptırımı birbirine eşit değildir, örneğin bir insanı öldürme davranışının yaptırımı, sokağa çöp atma davranışının yaptırımdan çok daha ağır olacaktır. Yaptırımlar, arkadaşlar ya da aile tarafından ayıplanmadan yasalarla belirlenen ağır hapis cezalarına kadar çok geniş bir çeşitlilik gösterir.

    Toplumsallaşma (Sosyalleşme): Bireylerin üyesi oldukları topluma ait değerleri, tutumları, bilgi ve becerileri, kısacası o toplumun kültürünü öğrendikleri etkileşim süreci toplumsallaşma olarak adlandırılır. Birey, doğumundan itibaren aile, öğretmenler, arkadaşlar, meslektaşlar gibi davranışlarına yön veren diğer insanlarla etkileşime girerek toplumsal rolleri, norm ve değerleri öğrenir. Toplumsallaşmanın iki fonksiyonu vardır, bunlardan biri benliğin gelişmesini sağlamak, ikincisi ise kültürün bir nesilden diğer nesle aktarılmasını sağlamaktır. Toplumlar, değerlerini, toplumsal davranışlarını, kültürel miraslarını nesilden nesle aktararak kendilerini yeniden üretirler . Toplumsallaşma aracılığıyla her toplum, her yeni neslin o toplumun değerlerini ve normlarını öğrenerek büyümesini, böylece toplumun kendisinden beklediği davranışları yerine getirmesini sağlar.

    Diğer insanlarla ilişki kurmadan bir birey tam olarak insan olamaz. Toplumsallaşma sürecinde geri kalan bireylerin duygusal, zihinsel, hatta fiziksel açıdan sorunlarla karşılaşma ihtimalleri çok yüksektir. Kingsley Davis, 1940’larda yaptığı ve diğer insanlarla ilişki kuramayan çocukları incelediği ünlü çalışmasında insanlarla etkileşim kurmayan çocukların fiziksel ve psikolojik gelişimlerinin normal seyretmediğini ortaya koymuştur. Çalışmadaki çocuklardan biri olan Anna, gayrimeşru bir çocuktu ve annesi bu nedenle doğduğu günden beri onu tavan arasında saklamıştı. Anna diğer insanlarla nadiren karşılaşmış ve çok düşük düzeyde bakım görmüştü. Altı yaşında bulunduğunda Anna konuşamıyor, yürüyemiyor ve kendi kendine yemek yiyemiyordu. Kendisine yönelik konuşmalara cevap, davranışlara tepki vermiyordu, bu nedenle başlangıçta sağır ve kör olduğu zannedilmişti. Anna’nın gördüğü fiziksel ve zihinsel zarar kolaylıkla onarılamamış, dört yıllık eğitimden sonra Anna zar zor yürüyebilir, birkaç kelime konuşabilir ve oyuncak bebeğine ilgi gösterir hale ancak gelebilmişti. 11 yaşında öldüğünde Anna ancak 2 ya da 3 yaşında bir çocuğun seviyesine ulaşabilmişti . Bu örnek toplumsallaşma sürecinin toplum açısından olduğu kadar bireyin gelişimi açısından da son derece önemli bir süreç olduğunu göstermektedir.

    DİKKAT: Toplumsallaşma süreci insanın içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olmayı öğrenmesi sürecidir. Statüler ve roller değiştikçe insanlar bu rollere uygun davranmayı öğrendiği için toplumsallaşma süreci ölene dek sürer.

    BİLİM OLARAK SOSYOLOJİNİN DOĞUŞU

    Sosyolojinin Doğuşu

    İnsanlar, binlerce yıldır içinde yaşadıkları grupları ve toplumları gözlemlemiş ve bu konuda çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir. Her ne kadar insan davranışını şekillendiren toplumsal etkenlerin incelenmesi Antik Yunan’a kadar uzansa da bilim olarak sosyoloji yaklaşık 200 yıl önce ortaya çıkmıştır. Batı’da 16. yüzyıldan itibaren dinsel, siyasal, bilimsel ve felsefi düşünceler değişmeye başlamış, Rönesans ve Reform hareketlerini izleyen Aydınlanma Dönemi, Fransız İhtilalinin ve Endüstri Devriminin gerçekleşmesinde etkili olmuştur. 18. yüzyılın sonlarında yaşanan Fransız Devrimi ile mevcut toplumsal yapı yıkılmış, kaos ve düzensizlik meydana gelmiş, ‘bireyler Ortaçağ’ın görece düzenli ve daha huzurlu günlerini arar olmuştur. Bunu izleyen Endüstri Devrimi ise başta ekonomik ve endüstriyel yapı olmak üzere aile, eğitim, tabakalaşma gibi toplumun temel kurumlarını ve yapısal özelliklerini değiştirmiştir. Bu gelişmeler sonucunda Avrupa toplumunda büyük ölçekli değişmeler yaşanmış, laikleşme, kentleşme ve endüstrileşme hızlanmış, nüfus artmış, sınıfsal yapı değişmiş, kısacası yeni bir toplum yapısı meydana gelmiştir. Yaşanan bu büyük dönüşümle kırsal, bütünleşmiş, durağan toplum yapısı kentsel, kozmopolit, hızla değişen bir yapıya dönüşmüş; geleneksel toplumların yerini modern toplumlar almıştır. Sosyolojinin ortaya çıkmasındaki en büyük etken bu geniş çaplı değişim ve dönüşümdür. Toplumsal düzenin bozulmasıyla oluşan kaos ortamında 19.yüzyıl düşünürleri toplumsal düzenin yeniden nasıl kurulabileceği sorusu üzerinde durmuş ve “toplum nedir?”, “toplum neden şu anda var olduğu gibi yapılanmıştır?”, “toplumlar neden ve nasıl değişirler?” gibi sorulara cevaplar bulmaya çalışmışlardır . İlk sosyolojik analizler, nelerin ve neden değiştiğini ortaya koymaya ve gelecekte toplum yapısının nasıl olacağını tahmin etmeye çalışan analizlerdir . Bir yandan yaşanan bu değişimler karşısında insanların toplumsal yaşamla ilişkili sordukları ve yanıtlayamadıkları sorular, diğer yanda bilimsel devrimle birlikte doğa bilimlerindeki gelişmeler ve bilimsel yöntemin yaygınlaşması, bu sorulara bilimsel yöntemle cevap bulunabileceği düşüncesini doğurmuştur . Doğa bilimleri, sorduğu sorulara tekrarlı gözlemlerle, dikkatli tanımlamalarla, muhtemel açıklamalar içeren teorilerin geliştirilmesi ve bu teorilerin sınanması yoluyla cevaplar bulmakta, doğal olguları açıklamakta ve geleceğe yönelik tahminlerde bulunmaktadır. Yaşanan kaos ortamında sosyolojinin öncüleri toplumla ilgili sorulara cevap bulmak için de doğa bilimlerinin kullandığı yöntemlerin kullanılabileceğini, böylece nasıl doğa bilimciler doğa kanunlarını ortaya çıkarıyorlarsa, toplumsal yaşamın kanunlarının, yani toplumsal yapıdaki düzenliliklerin de ortaya konabileceğini düşünmüşlerdir. Böylece, yaşanan bu büyük toplumsal dönüşümlerin oluşturduğu soruların bilimsel yöntem kullanılarak cevaplanması çabası, bilim olarak sosyolojiyi doğurmuştur. Auguste Comte, toplumun bilimsel olarak incelenmesini sosyoloji olarak adlandıran ilk düşünürdür ve bu nedenle sosyolojinin isim babası olarak bilinir.

    DİKKAT: Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi sonrasında yaşanan büyük toplumsal dönüşümlerin oluşturduğu soruların bilimsel yöntem kullanılarak cevaplanması çabası, bilim olarak sosyolojiyi doğurmuştur.

    Sosyolojinin Diğer Sosyal Bilim Disiplinleriyle İlişkisi

    Bir kütüphanede sosyoloji kitaplarıyla dolu raflara baktığınızda, muhtemelen bu kitapların tarih, antropoloji, siyasal bilimler, hukuk, ekonomi, sosyal politika kitaplarına yakın raflara dizildiğini görürsünüz. Gerçekten de yan yana dizilmiş bu alanların paylaştığı birçok ortak nokta vardır ve sosyoloji kitaplarını okuyan kişiler zaman zaman tarih ya da ekonomi (iktisat) kitaplarına ihtiyaç duyarlar. Tarih, ekonomi, siyasal bilimler, sosyoloji, hepsi insan eylemlerini ve bu eylemlerin sonuçlarını inceler, yani hepsi insan ürünü olan dünya ile ilgilidirler . Başka bir deyişle toplumsal yaşamı, toplumsal davranışı ve toplumsal değişmeyi çalışan tek disiplin sosyoloji değildir; psikoloji, antropoloji, siyaset bilimi, ekonomi gibi diğer disiplinler de toplumsal yaşamla ilgilenirler. Sosyolojiyle birlikte çeşitli açılardan toplumsal dünyayı konu alan bütün bu disiplinler, sosyal bilimler olarak adlandırılırlar. Sosyolojiyle diğer disiplinler arasındaki fark, konularından değil, her disiplinin bakış açısından kaynaklanmaktadır. Bütün disiplinlerin insan eylemlerini araştırmak üzere kendine özgü soru kalıpları ve yorumlama ilkeleri vardır. Sosyolojinin belirleyici özelliği, insan eylemlerinin geniş çaplı oluşumların karşılıklı bağımlılık ağı içinde meydana geldiğini kabul etmesidir . Örneğin psikoloji, bireysel davranışı inceler. Sosyoloji de bireysel davranışla ilgilenir; ama sosyologlar için analiz edilecek birim birey değil, toplumdur. Sosyolojik bakış açısından psikolojik açıklamalar yanlış değildir; ancak yetersizdir. Sosyologlar insan davranışlarının sadece bireysel motivasyonlardan ve tutumlardan kaynaklanmadığını, toplum düzeyinde belirli davranış kalıpları olduğunu ve bireysel davranışları bu kalıpların da etkilediğini düşünürler . Antropoloji, insan kültürlerinin incelenmesidir. Antropologlar kültürü toplumun temeli olarak görür ve farklı kültürlerdeki insanların nasıl yaşadığını ve kültürlerin nasıl geliştiğini incelerler. Sosyologlar da kültürü inceler ama sadece kültüre odaklanmazlar. Sosyologlar genellikle çağdaş toplumları ve içinde bulundukları toplumları incelerken antropologlar genellikle uzak ve geçmişteki toplumların kültürleriyle ilgilenirler. Ekonomi, mal ve hizmetlerin üretimini, dağıtımını ve tüketimini, siyaset bilimi, siyasal davranışı, siyaset felsefesini, hükumetleri ve siyasal partileri inceler. Yani ekonomi ve siyaset bilimi, siyasi ve ekonomik davranışı etkileyen belirli toplumsal kurumları incelerler. Sosyoloji ise siyaset ve ekonomi de dahil olmak üzere, bütün toplumsal kurumları ve bu kurumların insan davranışını nasıl etkilediğini inceler.

    BİLGİ: Bilim Disiplini, bilim dallarının alt kategorilerine verilen addır. Sosyoloji hem bir bilim, hem de sosyal bilimlerin bir disiplinidir.

    Tarih ve sosyolojinin konuları da zaman zaman örtüşmektedir. Çoğu kez tarih ve sosyoloji arasındaki temel farkın tarihçilerin bir kereye özgü oluşmuş olguları betimlemeleri, sosyologların ise genellemelere varmaya çalışmaları olduğu savunulmaktadır. Oysa tarihçiler de genelleme yaparlar ve birçok sosyolojik çalışmada bir kez olmuş olgular ya da olguların anlık durumları incelenir. Tarihle sosyoloji arasındaki temel fark tarihçilerin genellikle olguların belirli bir dönemdeki halini incelemeleri, sosyologların ise çok sayıda benzer olguya ilişkin dönemlerin incelenmesiyle sınanabilecek genellemelerle işe başlamalarıdır.

    Felsefeyle sosyoloji arasında da yakın bir ilişki vardır. Sosyoloji büyük ölçüde felsefi bir tutkunun -insanlığın tarihini anlama kavuşturmak, 19.yy Avrupa’sındaki toplumsal bunalımları açıklamak ve sosyal politikaya yol gösterecek bir sosyal doktrin oluşturmak tutkusunun- sonucunda ortaya çıkmıştır. Felsefeyle sosyoloji arasında, en basit şekliyle üç açıdan bir ilişki vardır. İlk olarak, bir bilim olarak sosyoloji de bilim felsefesinden yararlanır. İkincisi, sosyoloji sosyal olguları ele alırken değerlerle de ilgilenmektedir ve değerlerin ahlak felsefesinde ve toplumsal felsefede nasıl tartışıldığını bilmesi gerekir. Son olarak sosyoloji yeni felsefi soruların ortaya çıkmasına katkıda bulunur.

    Sosyoloji ile insanın toplumsal yaşamına ilişkin diğer bilimler arasındaki ilişki, sosyal bilimlerin bir bütünü oluşturduğunu göstermektedir. Sosyoloji hem sosyal bilimlerin diğer disiplinlerinden faydalanır, hem de diğer disiplinlerin araştırmaları için toplumsal yapıya ilişkin genel bir çerçeve çizerek, diğer disiplinlerin incelemediği olguları inceleyerek (ekonomik davranış ile dinsel inançlar arasındaki ilişki, toplumsal tabakalaşma ile siyasal davranış arasındaki ilişki gibi) diğer disiplinlere yarar sağlar . Toplumsal yaşamı etraflı bir şekilde anlamak için sosyal bilimler bir bütün olarak düşünülmelidir. Günümüzde sosyal bilimlerdeki aşırı uzmanlaşma azalmakta ve çok sayıda disiplinler arası çalışma yapılmaktadır. Böylece çeşitli disiplinlerin güçlü yönlerinin avantajlarından yararlanılarak sosyal dünya daha iyi bir şekilde anlaşılmaya çalışılmaktadır.

SOSYAL POLİTİKA NEDİR?

Sosyal Politikanın Kavramsal Çerçevesi

Sosyal politikanın kelime anlamına bakıldığında, Latince bir kelime olan “socius” ve “politika” kavramlarından türediği görülmektedir. Politika, “belirli bir amaca yönelik önlemler bütününü”, socius ise “ortak dost arkadaş” anlamlarını taşımaktadır. Bu iki kelimenin bir araya gelmesiyle oluşan sosyal politika ise devletin belirlenen toplumsal amaç ve hedeflere ulaşmak için aldığı kararlar ve yürüttüğü uygulamalar bütünü anlamı taşımaktadır. Bu çerçevede en genel anlamı ile bir sosyal politika tanımı yapmak gerekirse; bir ülkede devletin ülke insanının mutluluğu ve refahı hedefine yönelik olarak ülke insanının sağlığı, eğitimi, güvenliği, beslenmesi, korunması, barınması ve istihdamının sağlanması yönünde aldığı kararlar ve sürdürdüğü uygulamaların bütünü sosyal politika olarak tanımlanabilir.

BİLGİ: Sosyal Politika: Devletin ülke insanının refahına yönelik olarak aldığı kararlar ve sürdürdüğü uygulamaların bütünü.

Genel olarak sosyal politikanın kavramsal çerçevesini çizen ancak çok geniş bir tanım olan devletin belirli toplumsal amaç ve hedeflere ulaşmak için aldığı kararlar bütünü tanımı, sosyal politika bilim dalını tanımlamakta yetersiz kalmaktadır. Sosyal politika açısından ulaşılmak istenen hedefin ne olacağı, kararların hangi yöntemlerle alınacağı gibi konular sosyal politika bilim dalının alt başlıklarını oluşturmakla beraber, tanımların içeriklerinde yer almaktadır. Bu anlamda sosyal politika literatüründe, sosyal politikanın bir bilim dalı olarak ortaya çıkış sürecine ve sosyal politikanın kapsamındaki farklılığa ilişkin olarak ikili bir tanıma gidildiği görülmektedir.

Dar Anlamda Sosyal Politika Kavramı

Dar anlamda sosyal politika kavramı, bu bilim dalının ortaya çıktığı dönemde kendisine yüklenen anlam ve dönem itibarıyla incelediği konular temel alınarak yapılanmış bir kavramdır. Bu tanıma göre dar anlamda sosyal politika, işçi statüsünde çalışanların iş ilişkileri ve çalışma yaşamında korunması amacıyla, devletçe alınan karar ve sürdürülen uygulamaları inceleyen bilim dalıdır.

BİLGİ: Dar Anlamda Sosyal Politika: Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkardığı kötü çalışma koşullarına karşı işçileri ve emeği sermayeye karşı korumak ve bu yolla toplumdaki sınıf çatışmalarını önleyerek toplumun ve devletin varlığını sürdürmesini sağlamaya yönelik uygulamalardır.

Dar anlamda sosyal politika kavramı, sosyal politikaya olan bakış açısını ve sosyal politikanın sınırlarını çizmesi açısından incelenmelidir. Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkan kötü çalışma koşulları ve emek ile sermaye arasındaki tezatlar, benimsenen kapitalist ekonomik sistemin işleyebilmesi için önlenmesi gereken sorunlardı. Dar anlamda sosyal politika bu sebepler dolayısıyla, kapsamına sadece işçileri ve iş ilişkilerinden kaynaklanan sorunları alan ve amacı da getireceği uygulamalar ile kapitalist sistemin ve mevcut hukuki düzenin devamını sağlamak olarak tanımlanan dar bir çerçeveye sahipti (Tuna ve Yalçıntaş, 1997: 30).

Bu amaçlar doğrultusunda dar anlamda sosyal politika, “amacı sosyal adalet ve adil bir gelir dağılımı olan, ekonominin işleyişindeki aksaklıkları düzeltici rol oynayan, sınıf mücadelesinin ortaya çıkma nedenlerini azaltıcı önlemler alarak toplumsal bir denge gözetmeye çalışan, barış ve denge bilimi” şeklinde tanımlanmaktadır (Talas, 1990: 12). Barış ve denge bilimi olarak tanımlanmasındaki temel neden, kapitalist ekonomik sistemin devamının sağlanmasının ekonomik büyümeyi, kalkınmayı ve refahı temsil etmesi ve bu sistemin devamının da korunacak denge ile mümkün olduğuna duyulan inançtır. Barış bilimi tanımı ise sosyal politikanın diğer bilimlerden ayrılan hümaniter bir bakış açısını ve yaklaşımını temsil etmektedir. Dar anlamda sosyal politikanın tanımı, sanayileşmenin ürünü olarak ortaya çıkmasının ve sanayileşmenin tetiklediği sosyal sorunlarla mücadele etmek için üretilen kamu politikaları olarak görülmesinin bir sonucudur (Dereli, 2002: 1). Ancak sosyal politika yasal – kurumsal düzenlemelerden önce ve öte bir politika olarak yasal düzenlemelere yön verdiğinden, bu politikaların belirlenmesinde toplumsal konumlanma ve güç ilişkileri oldukça önemlidir (Koray, 2008: 27). Sanayileşen dünyanın egemen sınıfı olan burjuvazinin bu süreçte sermaye birikimini hızlandırmak istemesi ancak işçi sınıfının ağır ve zor çalışma şartlarına olan tepkisi, devletlerin ilk olarak bu yönde sosyal politikalar üretmesini gerekli kılmıştır. Sosyal politikanın ilk uygulamalarının özellikle ağır çalışma şartlarına yönelik olması, kadın ve çocukları konu alması, toplumsal güç dengesinin bir sonucu olarak, sosyal politikaların en az seviyede ve sadece bu koşullara dayanamayacak durumdaki hassas sınıfları kapsamasına neden olmuştur.

Geniş Anlamda Sosyal Politika Kavramı

Sosyal politikanın bir bilim dalı olarak ortaya çıkmasında büyük etkisi olan Sanayi Devrimi, sosyal politikanın yalnızca dar anlamdaki tanımına temel teşkil etmektedir. Bu tanımın günümüzdeki sosyal sorunlara çerçeve oluşturması mümkün değildir. Bu anlamda insanların birlikte yaşamaları ile başlayan sosyal sorunlar ve sosyal sorunlara çözüm bulma arayışı, Sanayi Devrimi’nin doğurduğu çalışma ilişkileri ve kapitalist ekonomik sistemin devamı amacıyla zaruri hâle gelmiş ve toplumun refahına hizmet edecek politikalar üretme gerekliliği dolayısıyla sosyal politika bilimi doğmuştur. Sosyal politikanın bir disiplin hâline gelmesi Sanayi Devrimi ile paralellik gösterse de kökeni insanlık tarihi kadar eskidir (Şenkal, 2007: 28). Sosyal sorunların değişiklik gösteren yapısı, sosyal politikanın dinamizmini açıklamaktadır.

Sosyal politika, genel anlamı ile refahın sağlanmasını hedef alan, sosyal sorunlara çözüm arayarak bu hedefe hizmet eden bir bilim dalıdır. Bu tanımı ile sosyal politikanın, sosyal sorunlara müdahale etme nedeninin refahı arttırmak olduğu, ortaya çıkışındaki gerekliliğin ise toplumsal mekanizmaların, sosyal sorunların çözümünde yetersiz kalması olduğu söylenebilir. Özellikle piyasa mekanizmasının ortaya çıkışı ve piyasanın toplumsal ilişkilerin merkezine yerleşmesi ile birlikte (Polanyi, 2009: 101), sosyal politika hem kapitalizmin vicdani yönünü temsil etmeye başlamış hem de hangi olguların piyasa dışında tutulması gerektiğine karar veren bir mekanizma hâline gelmiştir.

Geniş anlamda sosyal politika kavramı, birkaç şekilde tanımlanabilmektedir. Kapsamının genişliği vurgulanmak istendiğinde; “toplumun bağımlı çalışan, ekonomik yönden güçsüz ve özel olarak bakım, gözetim, yardım, desteklenme gereksinimi duyan kesimlerinin ve grupların karşılaştıkları ya da karşılaşabilecekleri risklere, olumsuzluklara karşı en geniş biçimde korunmalarına yönelik kamusal politikaları konu alan sosyal bilim dalı” (Altan, 2009: 4) tanımı yapılabilmektedir. Topluma bakış açısının ideolojik sınıf kavramından farklı olduğu vurgulanmak istendiğinde “topluma bir bütün olarak bakan, toplum içinde bütün sınıfları ilgilendiren çok çeşitli konuları sınıf farkı gözetmeksizin ele alan bir disiplin” (Talas, 1990: 32) tanımı yapılabilmektedir. Geniş anlamda sosyal politikanın toplumsal ve siyasi hayattaki durumu vurgulanmak istendiğinde ise varlığını liberal devlet anlayışına ve bu anlayışı değiştirmek isteyen mücadelelere, demokratik siyasi rejimlere, eşit oy hakkına borçlu bir bilim dalı (Koray, 2008: 36-37) tanımı yapılabilmektedir.

BİLGİ: Geniş Anlamda Sosyal Politika: Amacı sosyal adalet ve sosyal refahı sağlamak olan, kapsamı sosyal sorunlar ile paralellik gösteren, ekonomiye sosyal boyut katmak ve ekonominin işleyişindeki aksaklıkları düzeltici politikaların oluşmasını sağlayarak sosyal dengeyi gözetmek amacındaki hümaniter bir bilim dalıdır.

Tüm bu tanımlardan hareketle geniş anlamda sosyal politikayı, amacı sosyal adalet ve sosyal eşitlik ile birlikte sosyal refahı sağlamak olan, kapsamı sosyal sorunların kapsamı ile paralellik gösteren, ekonomi politikalarına sosyal boyut katma amacında olan ve ekonominin işleyişindeki aksaklıkları düzeltici politikaların oluşmasını sağlayan, bu yönüyle sosyal dengeyi arzulayan hümaniter bir bilim dalı olarak ifade etmek mümkündür.

Sosyal politikanın dar ve geniş anlamı tanımlandıktan sonra her ikisi arasındaki farkın analiz edilmesi, kavramların daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Buna göre dar anlamda sosyal politika ile geniş anlamda sosyal politika arasındaki farklar şu şekilde sıralanabilir;

Dar anlamda sosyal politika Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan sosyal sorunları ele alır ve temelinde çalışma ilişkilerinden kaynaklanan sorunlar vardır. Geniş anlamda sosyal politika ise Sanayi Devrimi’nden önceki sosyal sorunlardan, günümüzdeki sosyal sorunlara kadar uzanan geniş bir çerçeveyi ifade etmektedir. Dar anlamda sosyal politika çalışma hayatındaki sorunlara emek – sermaye bağlamında yaklaşırken, geniş anlamda sosyal politika sosyal sorunlara bakış açısını sınıf perspektifinden daha geniş bir şekilde kurgular. Dar anlamda sosyal politika, ekonomik sistemi kapitalist ekonomik sistem olarak kabul eder ve temel amacı bu sistemi sürdürmektir. Geniş anlamda sosyal politika ise ekonomi politikalarının sadece liberal politikalardan oluştuğunu varsaymaz. Dar anlamda sosyal politika temeline işçileri alırken, geniş anlamda sosyal politikanın kapsamı bağımlı çalışanların da içinde olduğu geniş toplum kesimleridir.

SOSYAL POLİTİKANIN ORTAYA ÇIKIŞINI HAZIRLAYAN KOŞULLAR

Sosyal politikanın ortaya çıkışını hazırlayan koşullar temelde iki tarihsel gerçeğe dayanmakla beraber tarihin akışı içinde birçok olayla ilişkilendirilebilir. Sosyal politikanın ortaya çıkışına yol açan ilk olay Fransız İhtilali ve İhtilal sonrasının düşünce ortamıyken diğeri Sanayi Devrimi’dir. Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi yaklaşık aynı zamanlarda gerçekleşen ve birbirini tamamlayan etkilere sahip olan iki gelişmedir. Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi ve sonrasındaki ekonomik ve toplumsal ilişkilerin gelişmesini sağlayan fikirlerin ortaya çıkmasını sağlamış, siyasal yapıları değiştirmiş ve Sanayi Devrimi’nin doğuşunu hızlandırmıştır. Sanayi Devrimi ise doğrudan doğruya teknolojik bir gelişim süreci ile hem ekonomik bir değişim yaratmış hem de sosyal politikanın doğuşunu, ortaya çıkardığı kavramlar üzerinden belirlemiştir. Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkardığı bağımlı çalışanlar ve kapitalist ekonomik sistem, sosyal politikanın kavramsal çerçevesinin çizilmesinde referans noktaları olmuştur.

Sanayileşme bu özellikleri ile toplum yapısını temelinden değiştirmiş ve merkezileştirilmiş, bireyselliğin ön plana çıktığı sanayi toplumlarının ortaya çıkmasını sağlamıştır (Toeffler, 2008: 51 – 75). Sanayileşme yeni sosyal sınıf ve tabakaların doğmasına yol açmış, mevcut sosyal yapıların neredeyse tamamını etkilemiş, üretim ve çalışma ilişkilerini kökten değişikliğe uğratmıştır. Sanayi Devrimi bu yönüyle kendinden önceki birçok olguyu değiştiren bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır.

Sosyal politikanın bir bilim dalı olarak ortaya çıkışını hazırlayan Sanayi Devrimi, işçi sınıfını ve kapitalist ekonomik sistemi beraberinde getirmiştir. Ancak sosyal politika, Sanayi Devrimi öncesinde de var olan hatta piyasa olgusu ortaya çıktığı andan itibaren var olan, yasal kurumsal düzenlemelerden önce ve öte bir politikadır. Fransız İhtilali’nin değiştirdiği siyasal ortam ve düşünce akımları ile Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkardığı yeni iş ilişkileri dolayısıyla ve her iki değişimin arkasında yatan özgürlükçü ve liberal anlayış doğrultusunda yaşanan gelişmelerin bir bilim dalı olarak ortaya çıkardığı sosyal politika, bu gelişmelerden önce de piyasa olgusuna bağlı olarak varlığını sürdürmekteydi. Piyasa olgusunun ekonomileri kontrol ettiği bir toplumun günümüzden önce yalnızca ilkesel olarak bile var olmadığı görüşü (Polanyi, 2009: 86), sosyal politikanın da bir bilim olarak günümüz zaman dilimi ile birlikte ortaya çıkmasını açıklamaktadır. Piyasa olgusundan önce de sosyal politika varlığını korumaktaydı, insanların birlikte yaşaması gerekliliğin ortaya çıkması, çözülmesi gereken sosyal sorunların varlığına neden olmuştur. Sınıflı toplum yapısının belirgin bir şekilde ortaya çıkması, sosyal sorunların hızla artması ve sanayileşmenin etkisi ile birlikte sosyal politika bir bilim dalı olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca yaşanan gelişmeler sosyal politikanın, kapitalist ekonomik sistemin devamını sağlayacak bir mekanizma olarak tanımlanmasını ve ilk etapta Sanayi Devrimi’nin ürünü geniş işçi sınıflarının haklarını koruyacak düzenlemeler uygulayarak toplumsal birlikteliği sağlaması hedefine yönelik olarak biçimlenmesini sağlamıştır.

SOSYAL POLİTİKAYA İLİŞKİN GENEL BİLGİLER

Sosyal Politikanın Kapsamı

Sosyal politikanın kapsamı, bütün toplum kesimleri ve toplumun refahını ilgilendiren bütün sosyal sorunlardır. Ancak üzerine eğildiği konular ve toplum kesimleri, sosyal politikanın kapsamını ifade etmektedir. Sosyal politikanın kapsamı konu ve kişi bakımından iki ayrı başlıkta ele alınacaktır. Sosyal sorunlar ve sosyal sorunlara maruz kalanlar değiştikçe sosyal politikanın konuları ve kapsamı da genişlemekte ve değişim göstermektedir.

Kişi Bakımından Kapsamı

Sosyal politikanın kişi bakımından kapsamı, sosyal sorunların farklılaşmasına paralel olarak dinamik bir gelişim göstermiştir. Sosyal politikanın bir bilim dalı olarak ortaya çıktığı süreçte, sanayileşmenin ortaya çıkardığı bir sınıf olan işçi sınıfı, sosyal politikanın kişi bakımından kapsamını oluşturan tek kesimdi. Ancak çalışma yaşamının değişimi, kamu kesimi ve hizmetler sektörünün gelişimi ile birlikte sadece işçi kesimi değil, kamu görevlileri de kapsama girmiştir. Ayrıca, sosyal adaletin ve sosyal barışın sağlanması açısından özel bir önem taşıyan ekonomik yönden güçsüzler yanında özel olarak korunması gereken toplum kesimleri de sosyal politikanın kapsamını belirlemede önemli bir yere sahip olmuştur.

Bağımlı Statüler Altında Çalışanlar

Bağımlı statüde çalışma kavramının içine yalnız işçiler değil, sözleşmeli çalışanlar, kamu görevlileri, memurlar ve başka statüler altında bağımlı olarak çalışanlar da girmektedir. Bağımlı çalışanların statülerindeki farklılıktan bağımsız olarak ortak yönleri, üretim araçlarına sahip olmamaları ve emeklerini bir işverenin emrine vererek ücret veya maaş olarak adlandırılan bir gelir elde etmeleridir.

Bağımlı çalışmanın hukuk sistemlerinde düzenlenen üç unsuru söz konusudur. Buna göre teknik bağımlılık, çalışanın işverene işin yapılması ve yürütülmesi, yöntemi ve koşulları bakımından bağlı olmasını, hukuki bağımlılık, çalışanın işverenin emir ve otoritesine tabi olmasını ve işin yürütülmesi ile ilgili olarak işverene denetim ve yaptırım anlamında bağlı olmasını, ekonomik bağımlılık ise yaptığı iş karşılığında düzenli ve sürekli bir gelir elde etmesini ve ekonomik yönden işverene bağımlı olmasını ifade etmektedir.

Bağımlı statüler altında çalışanların korunma gerekliliği, emeğin niçin korunması gerektiği sorusunun cevabı ile paraleldir. Emeğin yani bağımlı çalışanın geliri olan ücret veya maaş çoğunlukla kişinin tek geliridir ve kapitalist ekonomik sistem içerisinde sermaye birikimi öncelikli amaç olduğu için genellikle düşük bir seviyededir. Emek saklanabilen bir üretim faktörü olmadığı ve onu sunan kişiden ayrılamadığı için en kısa zamanda geliri ödenmesi gereken ve sadece bir obje olarak nitelendirilemeyen bir üretim faktörüdür. Bu özellikleri dolayısıyla emek diğer üretim faktörlerinden ayrılır ve bağımlı statüler altında çalışanlar, sosyal politikanın kapsamı içerisinde korunan gruplardandır.

Ekonomik Yönden Güçsüz Kesimler

Ekonomik yönden güçsüz kesimler, sosyal politikanın doğrudan ilgi alanındaki bir diğer kesimdir. Ekonomik yönden güçsüz kesimler toplumda yeterli, düzenli ve sürekli bir gelir güvencesinden yoksun kesimler olarak tanımlanabilir . Bu tanıma göre bireyin piyasa ilişkileri içerisinde gelir elde etmesini sağlayacak bir üretim faktörüne sahip olmaması veya üretim faktörüne sahip olmasına rağmen bunu piyasa içerisinde değerlendirememesi, ekonomik yönden güçsüz olarak nitelendirilmesine yol açmaktadır. İşsizler, sermayeleri olmayan ya da sınırlı olan küçük esnaflar, bir sanatı ve becerisi olmasına rağmen yeterli kaynağa sahip olmayan ve gerekli pazarlara ulaşamayan sanatkârlar, topraksız köylüler veya yeterli arazisi olmayan küçük çiftçiler ekonomik yönden güçsüz kesimler içerisinde yer almaktadır.

Ekonomik yönden güçsüz kesimleri korumanın gerekliliği, sosyal devlet ilkesi içerisinde kendisine hukuki zemini bulmuştur. II. Dünya Savaş’ı sonrası ortaya çıkan sosyal devlet veya refah devleti anlayışı, bireyin ekonomik faaliyetleri dolayısıyla korunması ve piyasa mekanizması dışında gelir güvencesi sağlanması anlayışı dolayısıyla ekonomik yönden güçsüz kesimlerin korunmasında önemli rol oynamıştır.

Özel Olarak Korunması Gereken Kesimler

Toplumsal hayatta bazı kesimler özel olarak korunma gereksinimi duymaktadırlar. Toplum içerisinde var olmaları ve toplumla bütünleşmeleri özel uygulamalarla mümkün olabilecek bu kesimlere ilişkin sosyal politikalar üretilmek durumunda kalınmaktadır. Bu kesimler çocuklar, yaşlılar, tüketiciler, engelliler, eski hükümlüler, gençler, kadınlar, göçmenler olarak sınıflandırılabilir.

Çocuklar, topluma uyum sağlama noktasında eğitimleri ve çalışma hayatındaki koşullar dolayısıyla; yaşlılar, çalışma yaşamından ayrıldıkları andan itibaren ekonomik olarak ve yaşlılıkları süresince bakım ve gözetim olanakları itibarıyla sosyal anlamda; tüketiciler, doğru bilgilendirme zorunluluklarına bağlı olarak ekonomik anlamda; engelliler, yetersizlikleri dolayısıyla toplumla bütünleşmelerini zorlaştıracak her türlü konuda; eski hükümlüler, topluma uyumları noktasında; gençler, işgücü piyasasına girişleri anlamında ve eğitimleri noktasında; kadınlar, fiziksel durumları ve kadın olma durumları nedeniyle hiçbir ayrımcılığa uğratılmama noktasında; göçmenler de çalışma koşulları anlamında özel olarak korunmalıdırlar. Sosyal devlet anlayışı çerçevesinde bütün bu kesimler, bazı özel uygulamalar ve politikalar ile korunma altına alınmaktadır.

Sosyal politikanın kişi bakımından kapsamını açıklamakta bu kesimlerin tanımlanması yöntemi izlenmiştir. Son olarak, sosyal politikanın kapsamında olmayanların belirlenmesi, konunun daha iyi algılanmasını sağlayacaktır. Sosyal politikanın genel anlamda kapsamı bütün toplumdur. Ancak sosyal politikanın kapsamındaki kişiler, bazı koşullar dolayısıyla kapsam altına alınmışlardır. Kapsamda olmayan kişiler, ekonomik yönden kapsamda olan kişilerle aynı koşullarda olmadıkları gibi, özel olarak korunması gereken kesimde veya bağımlı çalışan statüsünde de olmayanlardır. Ancak ekonomik yönden avantajlı olan veya sosyal anlamda korunma gereksinimlerini kendi imkânları ile karşılayabilecek varlıklı, zengin toplum kesimleri, sosyal politikalardan yararlanmak noktasında talepte bulundukları andan itibaren sosyal politikanın kapsamı içerisinde yer alabilirler.

Konu Bakımından Kapsamı

Sosyal politikanın kapsamındaki kesimlerin hangi konularda korunacağı, sosyal politikanın konu bakımından kapsamını ifade etmektedir. Sosyal politikanın bir bilim dalı olarak doğuşunu hızlandıran Sanayi Devrimi sonrası, sosyal politikanın ilk konusu çalışma ilişkilerinde işçilerin korunmasıydı. Ancak sosyal politikanın kapsamı genişledikçe konuları da genişlemiştir. Bu bağlamda toplumun refahını ilgilendiren tüm konular, sosyal politikanın da konularıdır.

Sosyal politikanın konularına tarihsel akış içerisinde bakıldığında, koruyucu iş hukuku mevzuatının oluşturulması, örgütlenme özgürlüğünün elde edilmesi, çalışma hayatındaki risklere karşı sosyal sigortaların oluşturulması ve ücretin korunması sosyal politikanın ilk konuları olarak ifade edilebilir (Tuna ve Yalçıntaş, 1997: 102). Ortaya çıktığı yıllarda toplumun önemli bir kesimini ilgilendiren çalışma ilişkilerindeki aksaklıklar, bir gereklilik olarak sosyal politikanın bu alana daha çok eğilmesine yol açmıştır. Ancak daha sonraları sadece çalışma ilişkileri değil, yoksulluk, istihdam edilebilme, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, sosyal dışlanma, yoksunluk, çevre sorunları da sosyal politikanın kapsamına girmiştir. Daha doğru bir ifade ile sanayileşme sonrası ortaya çıkan yapı, öncelikle çalışma hayatındaki sorunları yaratmış, daha sonra yoksulluk, işsizlik gibi sorunları üretmiş ve toplumların refahı ile ilgili bir bilim olan sosyal politika da yeni sosyal sorunlar ile kapsamını genişletmiştir.

Sosyal politikanın konularında bir genellik olabileceği gibi, oldukça özel kesimleri ilgilendiren konular da söz konusudur. Örneğin, işsizlik en genel anlamıyla insan faktörünün üretim sürecinde yeteri kadar kullanılamamasıdır ve toplumdaki bireyin hem ekonomik hem de psikolojik anlamda sorunlar yaşamasına neden olur. Ancak eğitimli işsizlik ve genç işsizliği, sosyal politikanın işsizlik konusu altında özel olarak ilgilendiği konulardandır. Eğitimli insanların işsizliği, sonuçları bakımından tazmin edilse dahi, bireyin toplumla olan bağlarının kopmasını hızlandırabilecek özelliklere sahiptir. Genç işsizliği de özellikle toplumsal hareketlerin temelini oluşturabilecek kadar tehlikeli bir sosyal sorun niteliği taşımaktadır.

Günümüzün sosyal politikasının ilgilendiği konular ise işsizlik, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, düzgün iş, yoksulluk, yoksunluk, göç, sosyal dışlanma, çevre sorunları, konut sorunu, ayrımcılık, çocuklar ve yaşlıların bakımı, kadınlara karşı ayrımcılığın her türünün önlenmesi, çok uluslu şirketler, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, ırkçılık ve tüm bu riskleri önleyecek bir sistemin kurulabilmesidir.

Sosyal Politikanın Özellikleri

Sosyal politikanın özelliklerini, bu kapsamında üretilmiş düzenlemelerin nitelikleri belirlemektedir. Sosyal politikanın özellikleri, sözü edilen politikaların yürütücüleri ve politika üreticileri bakımından kamusal niteliği ve mutlaka evrensel bir nitelik taşımasından hareketle iki başlıkta incelenecektir.

Sosyal Politikanın Kamusal Niteliği

Sosyal politika en genel anlamındaki tanımından hareketle değerlendirildiğinde devlet eliyle yürütülmesi gereken politikalar bütünüdür. Sağlık, eğitim, savunma, bayındırlık ve işgücü piyasası politikalarının oluşturulması, ilke olarak devletin görev tanımı içerisindedir. Kamu yararı gözetilerek devletçe yapılan müdahaleler sosyal politikanın çalışma alanını oluşturmaktadır (Altan, 2011: 23). Sosyal politika bu özelliği dolayısıyla kamuya ait politikalardır ve yürütücüsü devlettir.

Ancak sosyal politikaların oluşturulması sürecinde etkili olan tek unsur kamu değildir. Demokratik siyasal rejimlerin benimsendiği ülkelerde meslek kuruluşları, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, sosyal örgütlenmeler ve sendikalar sosyal politikaların oluşturulma aşamasında önemli rol oynayan kurumlardır. Sosyal politika devlet tarafından uygulanır ve yine denetlenmesi de devletin sorumluluğundadır. Ancak, yerel yönetimler ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlar ile toplumdaki örgütlü tüm kurumların sosyal nitelikli faaliyetleri, sosyal politikaları destekleyici ve güçlendirici niteliktedir (Altan, 2011: 23).

Sosyal politika uygulamaları devlet eliyle yürütülebildiği gibi, toplum kesimlerinin bir araya gelerek oluşturdukları sendika, kooperatif, dernek, vakıf gibi sivil toplum örgütleri eli ile toplumu tehdit eden ekonomik ve sosyal tehlikelere karşı tedbir ve politika geliştirmesi amacıyla da oluşturulabilir. Ancak bu yolla oluşturulan tedbirlerin nasıl uygulanacağı, sınırlarının ne olacağı, kimler tarafından bu hakkın kullanılabileceği gibi konular yasal düzenlemelerin çerçevesi içerisinde belirlenmektedir. Bu şekillenme, politikayı üreten kurumlar tarafından yapılabileceği gibi devlet tarafından da yapılabilmektedir ancak sınırları yine yasal mevzuat ve hukuk kurallarının çizdiği sınırlardır.

Devamlılığı olmayan, acıma, merhamet, yardım ve dinî duygularla yapılan uygulamalar, özellikleri itibarıyla bireyleri başka bir bireyin insafına bırakmaktadır. Bu tip yardımlar nasıl, ne zaman ve kimlere yapılacağına ilişkin kamusal bir çerçevenin bulunmaması nedeniyle, sosyal politika tedbiri olarak değerlendirilemez. Bir uygulamanın sosyal politika tedbiri olarak değerlendirilmesi için; düzenli, sürekli olması bununla beraber, tesadüfi ve bir defalık olmaması gerekmektedir.

Sosyal Politikanın Evrensel Niteliği

Sosyal politika ilke olarak yürütücülüğünü devletin yaptığı, kapsamının da o ülkenin sınırları ile şekillendiği bir düzenlemeler bütünüdür. Bu anlamda bir ülkenin uyguladığı sosyal politikaların karakteristiğini, o ülkenin içinde bulunduğu koşullar belirlemekte ve bir devletin sosyal politikaları o ülkeye has özellikleri içerisinde barındırmaktadır. Ülkelerin ekonomik ve sosyal yapılarındaki farklılıklar, ülkenin benimsediği yönetim biçimi, ülkede hakim olan ekonomi anlayışı, demografik özellikler, aile yapısı, gelenekler ve kültürel yapı sosyal politikaların belirlenmesinde ülkelere has özelliklerin ortaya çıkmasını sağlamaktadır (Altan, 2011: 24). Bu anlamda sosyal politikaların ulusal niteliğinden bahsetmek mümkündür.

Sosyal politikaların ulusal niteliğine yön verip, biçim kazandıran etkenler iç etkenler ve dış etkenler olarak iki grupta sıralanabilir. İç etkenler içerisinde yönetim biçimi, hukuk düzeni, ekonomik düzen, demografik yapı ve özellikleri, sosyo – kültürel özellikler, endüstri ilişkileri sistemi ile sosyal güvenlik sistemi sayılabilir. Dış etkenler ise sosyal politikaya evrensel nitelik kazandıran unsurlardır.

Sosyal politikanın evrensel niteliği anlamında ilk örnekler, sosyal güvenlik sistemlerindeki farklılıkların önüne geçilmesi ve bireylerin emeklilik hakkına sahip olmalarını engelleyici düzenlemelerin ortadan kaldırılmasına yönelik ikili anlaşmalardır. Uluslararası göçlerin hız kazanması ve ülkeler arasındaki işgücü hareketliliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan ikili anlaşmalar bu anlamda sosyal politikanın evrensel niteliğinin ilk göstergesidir. İlerleyen zaman içerisinde başta Uluslararası Çalışma Örgütü ve Avrupa Birliği olmak üzere, sosyal politikaların evrensel ve bölgesel anlamda bazı standartlara kavuşturulması amacını taşıyan örgütlerin, sosyal politikaları geliştirmek amacıyla bildirgeler, kararlar ve sözleşmeler ürettiği görülmektedir.

Sosyal politikaların evrensel niteliği, uluslararası sosyal politika düzenlemelerinin genişlemesi ve dünyanın tek bir pazar hâline dönüşmesi ile kendisini hissettirmektedir. Sosyal politikaların hedefinin evrenselleşmesi, düzenlemelerin de evrensel boyut kazanmasını sağlamıştır.

Sosyal Politikanın Hedefleri

Sosyal politikanın ilk ve en genel hedefi, refah seviyesinin yükseltilmesi ve refahın toplumsallaşmasıdır. Sosyal politikanın konularını oluşturan sosyal sorunlarda yaşanılacak olumlu gelişme, sosyal politikanın hedefidir. Örneğin işsizliğin azaltılması, yoksulluk oranının düşmesi ve engellilerin toplumsal hayata katılmasında yaşanılacak her olumlu gelişme sosyal politikanın vazgeçilmez hedefleridir.

Sosyal politikanın ortaya çıktığı dönemdeki hedefleri daha çok çalışma hayatı ile sınırlıyken, kapsamındaki konuların çeşitlenmesi ile sosyal barış, sosyal adalet ve sosyal refah hedeflerinin yanında özel hedefleri de değişime uğramıştır. Örneğin gelir dağılımındaki bozuklukların düzeltilmesi, kadın, genç ve eğitimli işsizliğinin önlenmesi, yoksulluğu önleyici politikaların üretilmesi, eğitim politikalarının işgücü piyasası ile bağlantısının kurulması ve eğitimin toplumun bütününe yaygınlaştırılması, sosyal politikanın konuları ile paralel özel hedefleridir.

Sosyal politikanın sosyal barış hedefi, toplumu oluşturan unsurları ayrıştırmak yerine, birleştirmek olarak ifade edilebilir (Şenkal, 2007: 46). Sosyal anlamda barışın sağlanması, sosyal sorunların üretilmesini engelleyici bir unsurdur. Sosyal barışın etkili olarak ve sürekli bir şekilde sağlanması ise doğrudan toplumun içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi faktörlere bağlıdır (Tuna ve Yalçıntaş, 1997: 210). Etkili ve sürekli bir sosyal barışın sağlanması, toplumu sosyal sorunlardan uzak tutacağı gibi ekonomik anlamdaki kayıplardan koruyarak, ekonomik ve sosyal gelişmeye uygun ortamı da sağlayacaktır.

Sosyal politikanın bir diğer hedefi olan sosyal adalet, bütün insanların bağımlı olmadan yaşamlarını sürdürebilmesi, kendilerini geliştirebilme ve sosyal hizmetlere ulaşmasında eşit fırsatlara sahip olabilmesi olarak tanımlanabilir (Şenkal, 2007: 48). Sosyal politika açısından sosyal adalet, toplumdaki kesimlerin yaşam seviyeleri arasındaki farkın, sosyal hizmetlere ulaşabilmek noktasındaki aksaklıkların ve ekonomik haklara erişmedeki eksikliklerin giderilmesi olarak ifade edilebilir. Bu hedefin gerçekleştirilmesi, sadece sosyal anlamda değil, ekonomik anlamda da toplum kesimleri arasındaki farklılığın azaltılmasını sağlayabilir.

BİLGİ: Sosyal refah: Sosyal refah, toplumun bir bütün olarak sahip olduğu refah düzeyi, sosyal imkânlar ve ekonomik anlamdaki zenginliklerinin bütünü olarak ifade edilmektedir.

Sosyal politikanın en önemli hedefi ise sosyal refahın sağlanması ve geliştirilmesidir. Sosyal hizmetlerin seviyesinin yükseltilmesi ve yaygınlaştırılması ile sosyal refahın sağlanması hedeflenmektedir. Sosyal refah, ekonomik sistemin sonuçlarının eşitlenme çabası olarak ifade edilebileceği gibi, toplum kesimlerinin sosyal haklarının eşitliği doğrultusunda tüm sosyal hakların yükseltilmesi olarak da ifade edilebilir. Eğitim, sağlık, barınma, sosyal güvenlik alanlarında daha çok kişinin, daha yüksek seviyede yararlanması sosyal refahın amaçlarındandır. Eğitim imkânlarının yaygınlaştırılması, öğretmen başına düşen öğrenci sayısı gibi eğitimin kalitesini gösteren göstergelerdeki iyileşme, sosyal harcamaların gayrisafi millî hasıla içerisindeki payının yükselmesi, hastane sayısı ve sağlık hizmetlerinde kalitenin yükselmesi, konutlardaki elektrik kullanımı gibi göstergeler sosyal refahın artışını ifade etmektedir. Sosyal refahın en önemli göstergesi ise sosyal harcamaların artış göstermesi ve toplum kesimlerinin sosyal refaha ulaşmasının kolaylaşmasıdır.

Sosyal Politikanın Finansmanı

Sosyal politikanın finansman kaynakları, sosyal politikanın yürütücüsü olarak ifade edilen devletin bütçesi ve bu bütçeye gelir olarak yazılan bütün kalemler olarak ifade edilebilir. Sosyal politikanın yürütücüsü temel olarak devlettir. Bu anlamda sosyal politikanın ana finansman kaynağı devlet bütçesidir. Devlet bütçesinin gelir kalemleri, sosyal politikanın finansmanındaki unsurlar olarak belirtilebilir. Devlet bütçesinin zenginliği, sosyal politikanın da finansman kaynaklarının zenginliğini ifade ettiği için, sosyal politikaların gelişmişlik düzeyi ile devlet bütçesinin zenginliği arasında yakın bir ilişki söz konusudur.

Devlet bütçesinin en önemli gelir kaynağı, halktan toplanan vergilerdir. Bu çerçevede ülke insanının geliri veya serveti oranında, ülkedeki sosyal politikaları finanse ettiği söylenebilir. Buna ek olarak, işçi ve işverenlerden alınan sigorta katkıları ile bizzat devletin sigorta fonlarına yaptığı katkı, sosyal politikanın finansman kaynağıdır. Yerel yönetimlerin bütçeleri, parasal nitelikli tüm yaptırımlar, belirli amaca yönelik düzenlenmiş tüm vergiler, harçlar, şans oyunlarının gelirlerinden özel olarak ayrılan paylar, bağışlar ve uluslararası kuruluşlardan alınan yardımlar sosyal politikanın finansman kaynaklarıdırlar.

Sosyal politikanın finansman kaynakları ve bu kaynakların büyüklüğü ile devlet bütçesinden sosyal nitelikli harcamalara ayrılan pay, devletin sosyal niteliğini belirleyen oldukça önemli bir unsurdur. Sosyal harcamaların, gayrisafi yurt içi hasıla içerisindeki payı ölçütü, sosyal politikaların gelişmişlik düzeyini yansıtan önemli bir göstergedir. Ayrıca bu oran, ülkenin yaşam kalitesi hakkında da fikir vermektedir. Refah devleti tanımı içerisinde değerlendirilebilecek ülkeler için bu oran oldukça yüksektir. Örneğin, 2019 yılı itibarıyla Fransa %31 ile sosyal harcamaların gayri safi yurt içi hasılaya oranının en yüksek olduğu OECD ülkesidir. Norveç ve Danimarka’da bu oran sırasıyla %25,3 ve %28,3’tür. Norveç 2020 yılı insani gelişmişlik endeksinde ilk sırada yer almaktadır. Bu ülkelerde sosyal politikanın finansmanı genellikle devlet tarafından yapılmaktadır. Bu nedenle devlet tarafından yapılan sosyal harcamaların gayrisafi yurt içi hasıla içerisindeki payı oldukça yüksektir. Amerika Birleşik Devletlerinde sosyal harcamaların gayri safi yurt içi hasılaya oranı %18,7 olmakla beraber, ülkenin insani gelişmişlik endeksindeki yeri 17.’liktir. Amerika Birleşik Devletlerinde, sosyal harcamalardan pay alan kesimlerin ve özel fonların sosyal harcamalara katkısı yüksek olduğu için gayrisafi yurt içi hâsıla içerisinde devlet tarafından yapılan sosyal harcamaların payı düşükse de ülkenin insani gelişmişlik endeksindeki sıralaması yüksektir. Türkiye’de ise bu oran %12,5’dir. Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü (OECD) üyesi ülkelerin ortalaması olan %20’nin altında olan bu oran, sosyal harcamaların yeterli büyüklüğe ulaşmadığını göstermektedir. Bu yorumu destekler bir diğer göstergede Türkiye’nin insani gelişmişlik endeksinde 54. sırada yer almasıdır (OECD İstatistikleri ve İnsani Gelişme Raporu 2020’den elde edilen oranlardır.

 

Sosyal politikanın finansman kaynakları ülkelerin refah sistemleri çerçevesinde değişiklik gösterebilmektedir. Bazı ülkelerde sosyal harcamaların önemli bir bölümü devlet tarafından yapılırken, bazı ülkelerde özel kesimin payı ve bizzat sosyal hizmetlerden yararlananların katılımı söz konusu olabilmektedir.

SOSYAL POLİTİKANIN ÖNEMİ

Sosyal politikanın önemi, başlı başına toplumun refahını hedef alması ile ilgilidir. Ancak bununla beraber, sosyal politikanın kapsamındaki kişilerin sayısal çokluğu ve niteliği, sosyal politikanın hedeflerinin aynı zamanda devletin hedefleri ile paralellik göstermesi, özellikle sosyal politikaların gelişmişlik düzeyinin o ülkenin ekonomik gelişmesini, refahını yansıtması ve sosyal devlet olmanın göstergesi niteliğini taşıması açısından sosyal politikanın önemi ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda sosyal politikanın önemi üç başlıkta açıklanabilir.

Sosyal Politikalara Konu Olan Kesimlerin Sayısal Çokluğu

Sosyal politikanın kişi bakımından kapsamındaki bağımlı çalışanlar, ülkelerin nüfusu içerisinde önemli bir paya ulaşmışlardır. Günümüzün dünyasında bu pay, genel oy hakkının sağlanmış olması ve demokratik yönetim biçimlerinin benimsenmesi dolayısıyla oldukça önemli hâle gelmiştir. Genel oy hakkının sağlanması ile işçiler siyasal örgütlenme imkanını bulmuşlar ve devletin toplumsal bir anlam kazanması için çaba sarf etmişlerdir . Demokrasi ile işçi sınıfı ve bugünkü anlamıyla bağımlı çalışanlar arasında böyle bir ilişki söz konusudur. İşçi sınıfının önderliğini üstlenen siyasal örgütler, siyasal yelpazede bir alternatif olarak bulunma lüksüne, bu sınıfın sayısal çokluğu dolayısıyla sahip olabilmektedir. Ayrıca bu mevcudiyet, sosyal politikaların belirlenmesinde ve uygulanmasında diğer siyasal partileri de zorlayıcı bir etki yaratmaktadır.

BİLGİ: Sosyal politika, kişi bakımından kapsamında bulunan kesimlerin sayısal çokluğu ve demokratik rejimlerin genel oy hakkı prensibine dayanması sebebiyle önem kazanmaktadır.

Sosyal politikanın kişi bakımından kapsamını oluşturan bağımlı çalışanların sayısal çoklukları hakkında istatistiki bilgiler bize daha net bir çerçeve çizebilecektir. Endüstrileşmiş ülkelerde bağımlı çalışanların toplam nüfus içerisindeki oranları oldukça yüksektir. Bağımlı çalışanların sayısının ülke nüfusu içerisinde yüksek olması, sosyal politikaların yararlanıcılarından sayısının artmasını ve bir baskı grubu oluşturarak taleplerine erişmelerini kolaylaştırıcı bir etki yaratmaktadır.

Bağımlı çalışanlar, sosyal politikanın kişi bakımından kapsamındaki sadece bir kesimdir. Ekonomik yönden güçsüz kesimler, özel olarak korunması gerekenler ve bu kişilerin aileleri birlikte düşünüldüğünde sosyal politikanın kapsamındaki kişilerin sayısal çokluğu daha üst seviyelere yükselmektedir.

Sosyal Politikalara Konu Olan Kesimlerin Niteliği

Sosyal politika sadece kapsamındaki kişilerin sayısal çokluğu ile değil, bu kişilerin nitelikleri ile de önem kazanmaktadır. Sosyal politikalara konu olan kesimlerin nitelikleri, eğer sosyal politikalar yeterince uygulanmazsa, sağlıklı bir toplum yapısının ortaya çıkmasını engelleyebilir. Örneğin, sosyal politikanın konu bakımından kapsamındaki işsizlik sorunu çözülmeden, ekonomik anlamda dinamik bir yapıya erişmek mümkün olmadığı gibi, sosyal anlamda huzursuzlukların engellenmesi de söz konusu değildir. Ayrıca işsiz birey topluma olan güvenini kaybedecek ve toplumun düzenini bozacak davranışlara yönelebilecektir. Geçmişte yaşanan büyük toplumsal çalkantıların, sosyal sorunların odağındaki toplum kesimlerinin hareketleriyle ortaya çıktığı bilinmektedir. Ayrıca yoksulluk sorunu sadece yoksullukla yüz yüze kalmış bireyin sorunu olamayacağı gibi, birey eğer sosyal politikaların koruması altında değilse, başka bazı sosyal sorunların ortaya çıkmasına neden olabilecektir.

BİLGİ: Sosyal politika, kişi bakımından kapsamında bulunan kişilerin nitelikleri dolayısıyla ayrıca bir öneme sahiptir. Sosyal politika sağlıklı bir toplum yapısına kavuşmak bakımından önemlidir.

Ülkenin önemli zenginlik kaynağı olan insanın korunmasına yönelik önlemler alınması, sağlıklı bir toplum yapısının oluşturulması bakımından önemlidir. Desteğe ve korunmaya ihtiyaç duyan kesimler başta olmak üzere, toplumun tamamına yönelik olarak verilecek daha iyi sağlık, eğitim, beslenme, barınma, korunma, ücret, istihdam, yoksulluk ve işsizlikle mücadele ve benzeri alanlardaki hizmetler, bireylerin refah seviyesini yükseltecek, yurttaşlık bağlarını güçlendirecek, hak arama bilincini artıracak, devletin fonksiyonları üzerinde baskı grubu haline getirecek ve en önemlisi daha iyi ve daha güvenli ortamlarda yaşamasını sağlayacaktır.

Sosyal Politikaların Sosyal Devlet İlkesinin Bir Göstergesi Olması

Sosyal politikaların gelişmişlik düzeyi, sosyal devlet ilkesi ile yakından ilgilidir. Bir ülkede sosyal politikaların çeşitliliği ve düzeyi, o ülkenin sosyal devlet ilkesi ile olan ilişkisini ifade etmektedir. Devlet sosyal politika alanındaki yükümlülüklerini yerine getirebildiği ve sosyal politika uygulamalarının başarı düzeyini yükseltip ülkenin refahını arttırabildiği ölçüde sosyal devlet niteliğini kazanabilecektir.

BİLGİ: Sosyal politika, sosyal devlet ilkesinin gerçekleştirildiğinin bir göstergesi olması bakımından önemlidir.

Sosyal politikanın kişi bakımından kapsamındaki kesimlerin korunma düzeyi, sosyal hizmetlere ulaşması ve elde ettikleri sosyal hizmetlerin kalitesi, devletin sosyal niteliğini göstermektedir. Sosyal devlet olmanın gerekliliği ise sosyal politikanın kapsamına giren kesimlerin önemli bir niteliğe sahip olması ve ekonomi politikalarının yıpratıcı etkilerinin önüne geçilmesi açısından önemlidir. Bu doğrultuda birçok ülkenin anayasasında sosyal devlet ilkesine yer verilmekte ve bu amaca ulaşma isteği beyan edilmektedir.

Sosyal politika bilimine önem kazandıran bu özellikler, sosyal politikaların hedeflerinin sadece duygusal, insancıl ya da ahlaki değil, somut ve akılcı gerekçelere dayalı olduğunu göstermektedir (Altan, 2009: 15). Sosyal politika bu anlamı ile sadece hümaniter nedenlerle değil, akılcı ve somut nedenlerle yürütülmesi gereken politikalar bütünüdür.

SOSYAL POLİTİKA İLE DİĞER SOSYAL BİLİMLER ARASINDAKİ SINIRLAR

Sosyal politikanın bir bilim dalı olarak temelleri, diğer sosyal bilimler kadar eski değildir. Sosyal politika, bilim dalı olarak değerlendirilmeden önce, diğer sosyal bilim dalları kapsamında irdelenmişti. Ancak sosyal politikanın bilim dalı olarak diğer sosyal bilim dallarından temel farkı, toplumsal refahı konu edinmesidir. Bu yönüyle farklılaşan sosyal politika, analizlerinde kullandığı yöntemler ve diğer sosyal bilim dalları ile olan yakın ilişkisi sebebiyle de disiplinler- arası bir yaklaşıma sahiptir.

 

Sosyal politika süreç içerisinde konuları belirlenen, hedefleri oluşan, finansman kaynakları geliştirilen, kendine has araçlara sahip ve uluslararası niteliğe kavuşan bağımsız bir bilim dalı haline gelmiştir. Sosyal politika, sosyal bir bilim ve kamusal niteliğe sahip olması gibi nedenlerle diğer sosyal bilim dalları ile kesişen özelliklere sahiptir. Temel farklılığından ayrı olarak bu benzerlikler ile sınırlar, ayrı başlıklar hâlinde incelenerek açıklanmaya çalışılacaktır. Sosyal politikanın diğer sosyal bilimler ile ilişkisinde incelenen bilim dalları, sosyal politikaya yakın olan tüm bilim dalları değildir. Ancak bu kitabın konusu itibarıyla en yakın ilişkiye sahip olduğu düşünülen bilim dalları seçilerek incelenmiştir.

Sosyal Politika ve Ekonomi

İnsan gereksinimlerinin sonsuz ancak bu gereksinimleri karşılayacak kaynakların sınırlı olması kavramı, ekonomi biliminin temel konusunu oluşturmaktadır. Ekonomi bilimi, ekonomik nitelikli olaylar ve bunların etkileşimi konusu üzerinde çalışmaktadır. Sosyal bir bilim olması dolayısıyla ekonomi bilimi de insan odaklıdır. Ancak ekonomi insan davranışlarının ekonomik yönü ile ilgilenir ve insanın davranışları sadece ekonomik yönü ile ekonomi biliminin konusu içerisindedir. Ekonomi bilimi bu özelliği ile amacı toplumların refahı ve bu refahın yükseltilmesi olan sosyal politikadan ayrılır (Altan, 2011: 28).

Ekonomi bilimi ile sosyal politika arasındaki bir diğer önemli fark, ekonominin işleyişinden kaynaklanan bazı sorunlar, ekonomi biliminin ilgi alanını oluşturmazken, sosyal politika ekonominin işleyişinden kaynaklanan sorunların odağındadır. Ekonominin iyi işleyip işlemediği, ekonomi bilimi açısından gayrisafi yurt içi hasıla ile ölçülebilirken, sosyal politikaların gelişmişlik düzeyi hakkında gayrisafi yurt içi hasıla tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Gayrisafi yurt içi hasılanın artırılması ekonomi biliminin hedefiyken, transfer ödemelerinin ve sosyal harcamaların artış göstermesi ve artan gayrisafi yurt içi hasılanın toplum kesimleri içerisindeki bölüşümü sosyal politikanın konusunu oluşturmaktadır.

Ekonomi biliminin bir alt dalı olarak çalışma ekonomisi, üretim faktörü olarak insanı ele alarak işgücü piyasasında istihdam ve ücret konularını incelemektedir. İşgücü piyasalarının yapıları, işsizlik ve nedenleri çalışma ekonomisinin konularını oluşturmaktadır. İşsizlik sorununa ilişkin oluşturulacak özellikle kamusal nitelikli politikalar ise sosyal politikanın ilgi alanındadır. Çalışma ekonomisi işsizliğin nedenleri ve oluşumunu incelerken sosyal politika işsizlik sorununun toplum kesimleri üzerindeki etkilerini ve bu etkileri önlemeye yönelik politikaların yine çalışma ekonomisi ile etkileşimli bir biçimde oluşturulmasını konu edinir.

Sosyal Politika ve Sosyoloji

Geçmişte üniversitelerin örgütlenmesi içinde sosyal politikanın sosyoloji bölümü ile birlikte aynı bölüm içerisinde örgütlendiği görülmüştür. Bazı görüşlere göre de sosyal politika sosyolojinin alt dalı olarak ifade edilmektedir.“Sosyoloji en geniş anlamıyla insan davranış ve ilişkilerini ele alan bilim dalıdır” . Sosyal kesimler arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilerin nasıl kurulup geliştiğini incelemektedir. Sosyal kesimler arasındaki ilişki sosyal politikanın ortaya çıkışı noktasında oldukça önemlidir. Güç ilişkileri yaklaşımı çerçevesinde işçi – işveren ilişkilerinde sosyal politikanın doğuşundaki mücadele gerçekleşmeseydi, sosyal politikanın bilimsel temellerinin atılması söz konusu olmayabilirdi. Bu çerçevede sosyal kesimler ve aralarındaki ilişki, sosyal politikanın önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Ancak sosyal politika ve sosyoloji arasındaki temel farklılık, sosyal politikanın bu ilişkileri düzenleyici fonksiyonları üretici politikalar ortaya koyabilmesi ve bu yolla toplumsal refahın ve barışın sağlanmasına çabalamasıdır.

Sosyal Politika ve Hukuk

Hukuk, toplumda yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, uyulması zorunlu kurallar bütünü olarak ifade edilmektedir. Sosyal politika ile hukuk arasındaki ilişki ise sosyal politikanın en önemli aracı olarak hukuki düzenlemelerin kabul edilmesi ve bu aracın, hukuk sistemi tarafından üretilmesidir.

Sosyal politika ile hukuk arasındaki ilişki, “dün sosyal politikanın bir konusu olan sosyal sorunun, bugün hukuki düzen çerçevesinde bazı kanunlar içerisinde yer bulmuş ve bazı normlara bağlanmış bir konu olması” şeklinde ifade edilmektedir . Hukuk ile sosyal politika arasındaki bu iş birliği, sosyal politikanın tanımından da güç almaktadır. Hatırlanacağı üzere sosyal politikanın hedeflerinden birisi de ortaya koyduğu politika ve uygulamalarla mevcut hukuki düzenin devamını sağlamaktır.

Sosyal Politika ve İnsan Kaynakları Yönetimi

“İnsan kaynakları yönetiminin temel amacı, insan kaynaklarının diğer kaynaklarla birlikte nasıl sağlanacağına, nasıl istihdam edileceğine ve nasıl yönlendirileceğine ilişkin bir çerçeve sunmaktır” (Bilgin ve diğerleri,  Bu amaç, iş gücü piyasasından nitelikli işçi sağlanması, istihdam şartlarının işletmenin yararına olarak nasıl geliştirilebileceğini ve işletmedeki personelin nasıl motive edileceğini düzenlemeyi gerektirmektedir. Sosyal politika ise insan kaynaklarının amaçlarının yöneldiği işgücü piyasası ve hukuki mevzuatın çerçevesinin çizilmesinde ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda sosyal politika ile insan kaynakları yönetiminin hedefleri çelişir görüntüdedir. Bu çerçevede insan kaynaklarının insan unsuruna yaklaşımı ile sosyal politikanın yaklaşımı oldukça farklıdır. Sosyal politika daha hümanist bir karakter taşırken, insan kaynakları yönetimi, konulara daha teknik bir rasyonellikle yaklaşmaktadır.

SOSYAL POLİTİKANIN ARAÇLARI

Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi sonrasında ortaya çıkan klasik demokrasi ve iktisadi liberalizm anlayışı, barışın ve adaletin sağlanmasında yeterli olamamıştır. İktisadi liberalizmin ticari kapitalizme dönüşmesi memnuniyetsizliği daha da derinleştirmiş, sömürü artmış, ücretler düşmüş, çalışma koşulları kötüleşmiş, çalışma süreleri uzamış, aile birliği bozulmuş, yoksulluk ile kadın ve çocuk emeğinin istismarı artmıştır. Bunun sonucu, çalışma barışı ve gelir dağılımı bozulmuş, toplumsal huzursuzluklar artmıştır.

Ulus devletler, artan çatışma ve sürtüşmelerin azaltılabilmesi, barışın ve adaletin kurulabilmesi, sömürünün ve istismarın önüne geçilebilmesi ve nihayet gelir dağılımında adaletin sağlanabilmesi için ekonomik ve sosyal hayata müdahale etmeye başlamışlardır. Bu müdahaleler, bazen yasal, bazen kurumsal, bazen politika düzenlemeleri ile bazen de hepsinin birlikte uygulandığı yöntemlerle olmuştur. Bu müdahale yöntemleri, sosyal politika disiplininin ve araçlarının ortaya çıkışını sağlamıştır. Ulusal düzeyde geliştirilen yöntemler ve araçlar, ulusal sosyal politika araçlarını oluşturmaktadır.

Ulus devletler, ekonomik ve sosyal hayata müdahalede bazen isteksiz davranabilmekte, bazen de yaşanılan ekonomik ve sosyal sorunların büyüklüğüne bağlı olarak, tek başlarına bu sorunları çözme gücüne sahip olamamaktadırlar. Ülkeler arasında, 19. yüzyıldan itibaren artan ekonomik ve sosyal ilişkiler, yaşanılan sorunların, ilişki içerisinde olunan diğer ülkelere yansımasına neden olmuş ve bir ülkede bozulan sosyal barış ve adaletin diğer ülkeleri tehdit etmesine yol açmıştır. Ayrıca, Sanayi Devrimi’nin hemen sonrasında, artan sorunların çözümüne yönelik olarak düşünce alanında gelişmeler yaşanmaya başlamış ve kapitalist anlayış ağır eleştirilere uğramıştır. Devletleri ve izledikleri sistemleri tehdit eden bu gelişmeler karşısında, sistemi kurtaracak çözüm ve politika arayışlarına gidilmiş ve ilk uluslararası işbirlikleri gerçekleştirilmiş ve uluslararası sosyal politika araçları ortaya çıkmıştır.

Ulusal ve uluslararası sosyal politika araçları özellikle 20.yüzyılda yaşanan değişime bağlı olarak toplum hayatında giderek önem kazanmış ve sosyal politikanın teorik amaçları olan, barışın ve adaletin toplum hayatına uygulanabilmesi için vazgeçilmez araçlar haline gelmiştir.

Ulusal Araçlar

Sosyal politikanın teorik amaçları içerisinde, devleti ve hukuk sistemini sürdürme amacı öne çıkmaktadır. Ulus devletler, bu amaca ulaşabilmek için, toplumun eğitimi, sağlığı, güvenliği, beslenmesi, barınması ve istihdamı ile ilgili sorunları ortadan kaldırmaya ve azaltmaya yönelik tedbir almak durumundadır. Bu yapılabildiği takdirde sosyal barış, sosyal adalet ve toplumun dengeli kalkınması sağlanmış ve farklılıklar, tezatlar ve çatışmalar en aza indirilmiş olur. Böylece devletin ve hukuk düzeninin devamlılığı sağlanmış olur. Sanayi Devrimi sonrasında, kapitalist sistemin yol açtığı toplumsal sorunları aşabilmek için ulus devletler birtakım yasal, politik ve hukuki düzenlemeler yapmıştır. Ekonomik ve toplumsal gelişmeye bağlı olarak ilerleyen dönemlerde, ulus devletlerde, klasik demokrasinin yerini ekonomik demokrasi almıştır. Bunun sonucu olarak, toplumların sosyal sorunlarını aşabilmek için kamunun aldığı tedbirler yanında, toplumların kendilerinin ürettiği sendikalar, kooperatifler, vakıflar ve dernekler gibi sivil toplum kurumlarının da öne çıktığı görülmüştür. Birinci grupta yer alan araçlar, Kamu Müdahalesi aracını, ikinci grupta yer alan araçlar ise Kolektif Kendi Kendine Yardım araçlarını oluşturmuştur.

Kamu Müdahalesi Araçları

Kamu müdahalesi, devlet gücü ile ekonomik ve/veya sosyal bir gelişmenin ortaya çıkardığı sorunların giderilmesi demektir. Kamu müdahalesi, sanayi kapitalizminin neden olduğu, bozulan işçi işveren ilişkilerinin devlet eli ile düzenlenmesine yönelik yasal düzenlemeleri, kamunun kurduğu kurumları ve yaptığı politikaları kapsamıştır. Ancak zaman içerisinde kamu müdahalesi araçlarında önemli ölçüde değişim yaşanmıştır. Devlet anlayışında yaşanan değişim, siyasal partiler arasında yaşanan rekabet, devletin (kamu sektörünün) büyümesi, piyasa başarısızlıklarına kamunun müdahale etmesi gerektiği düşüncesi, katılımcı demokrasi anlayışının benimsenmesi, bölgeler arasındaki gelişmişlik farkları, korunmaya muhtaç kesimlerin (dezavantajlı gruplar) büyümesi, hümaniter, kültürel ve dinî nedenler, kamu müdahalesindeki değişimin temel nedenleridir.

Yasal Düzenlemeler (Mevzuat)

Kamunun sosyal sorunları gidermede kullandığı en önemli araç, yasal düzenlemelerdir. Başlangıçta sadece işçileri ve işverenleri kapsayan yasal düzenlemeler, günümüzde bütün toplum kesimlerini hatta yabancıları da kapsar hâle gelmiştir. Aynı şekilde, başlangıçta çalışma hayatının temel sorunlarını kapsayan yasal düzenlemeler, günümüzde ayrımcılık, sosyal dışlanma, çevre ve yoksulluk gibi toplumun korunmaya muhtaç kesimlerinin tamamını kapsamına almıştır. Yasal düzenlemeler hiyerarşisi içerisinde yer alan düzenlemeler, başta anayasa olmak üzere, kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve yargı kararlarını kapsamaktadır. Gücü ve meşruiyeti yasalara dayanan kamu müdahalesinin sınırlarını da yasalar belirler.

Yasal düzenlemeler şeklinde ortaya çıkan kamu müdahalesinin en tepesinde “Anayasa” yer almaktadır. Türkiye’de sosyal politika alanına giren sorunlar ve bu sorunlara yönelik tedbirler, 1982 Anayasası’nın üçüncü bölümünde, 41 ila 65.nci maddeleri arasında düzenlenmiştir. Ailenin korunması, eğitim ve öğrenim hakkı, çalışma ve sözleşme hürriyeti, sendika kurma hakkı, toplu pazarlık hakkı, grev hakkı, ücret adaletinin sağlanması, sağlık, çevre, konut ve sosyal güvenlik gibi alanlar, temel sosyal politika alanları olarak kabul edilmiş ve devlete görev ve sorumluluklar yüklenmiştir. Bu özellikleri ile Anayasa, en önemli kamu müdahalesi aracıdır.

Kamu müdahalesinin diğer önemli araçları olan kanunlar, tüzükler, yönetmelikler, yönergeler ve yargı kararları, yasal düzenlemeler hiyerarşisi içerisinde, Anayasa ile verilen ve güvence altına alınan hakların nasıl kullanılacağını ve sınırlarını belirler.

Türkiye’de sosyal politikanın temel yasal düzenlemeleri içerisinde, 4857 sayılı İş Kanunu ilk sırada yer almaktadır. İlk olarak 1936 yılında düzenlenen ve en son şeklini 2003 yılında alan İş Kanunu, çalışma hakkı ve sözleşme hürriyeti yanında ücreti, kıdem tazminatını, işçinin haklarını, borçlarını ve korunmasını düzenleyen bir kanun olarak en önemli sosyal politika aracıdır. Diğer önemli kanunlar arasında, Sendikalar, Toplu Sözleşme Grev ve Lokavt ve Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunları yanında, temel eğitimi, sağlığı, çevreyi ve yoksullukla mücadeleyi amaçlayan kanunlar yer almaktadır.

Anayasa ve kanunlardan sonra gelen tüzükler ve yönetmelikler ise kanunların uygulamasını gösteren hukuki metinler olarak, sosyal politika açısından önem taşırlar. Asgari ücretin belirlenmesi, işçi sağlığı ve güvenliği, fazla çalışma ve iş süreleri gibi tüzükler ve yönetmelikler bunların en önemlileridir.

Kamusal Politikalar

Sosyal politikanın kapsamına giren toplum kesimlerinin korunması, anlık tepkilerle ve ekonomik, sosyal ve hukuki altyapısı olmayan yasal düzenlemelerle yapılamaz. Bütün bu risk alanları ile ilgili olarak devlet, kısa, orta ve uzun vadeli politikalar üretmek zorundadır. Devletin sosyal politikalar alanında ürettiği yasal ve kurumsal düzenlemelerin dayanağı, bu politikalardır. Türkiye’de çalışma hayatı, sağlık, eğitim, yoksullukla mücadele, sosyal güvenlik, vergi, istihdam ve işsizlikle mücadeleye ilişkin yasal ve kurumsal düzenlemeler, önemli birer kamu müdahalesi aracı olarak, izlenilen kamusal politikaları yansıtmaktadır. 1961 Anayasası’ndan itibaren planlı kalkınma anlayışını benimseyen Türkiye’de, sayılan kamusal politikaların kaynağı, kalkınma planlarıdır. Kalkınma planı, ait olduğu döneme ilişkin izlenilecek kamusal politikaların genel çerçevesini belirler.

Kamusal Kurumlar

Kamu müdahalesinin en önemli araçlarından biri de kamusal kurumlardır. Gerek yasal düzenlemeleri gerekse de kamusal politikaları uygulayacak ve denetleyecek kamusal kurumlara ihtiyaç vardır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ücret, istihdam, sosyal yardımlar gibi alanlarda çıkartılan yasal düzenlemeler ve başta 5 yıllık planlar olmak üzere ilgili alanlardaki kamusal politikalar, oluşturulan kamusal kurumlar eliyle uygulanır. Bunların bir kısmı doğrudan sosyal politika kurumudur. Bir kısmı ise kuruluş amacı sosyal politika olmamasına rağmen, bazı alanlarda verdiği hizmetler sosyal politikayı ilgilendirdiği için, dolaylı sosyal politika kurumudur.

Türkiye’de, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlıkları doğrudan sosyal politika bakanlıklarıdır. Milli Savunma ve İçişleri gibi bakanlıklar, verdikleri savunma ve güvenlik hizmetleri ile halkın güven duygusunu yükselttikleri için dolaylı sosyal politika bakanlıklarıdır. Ayrıca, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı, Türkiye İş Kurumu (İŞ-KUR) ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü gibi kurumlar da doğrudan sosyal politika kurumu olarak önemli birer kamu müdahalesi aracıdırlar.

Kollektif Kendi Kendine Yardım Araçları

Sanayi Devrimi sonrasında yaşanan sosyal sorunlardaki artış ile birlikte bozulan sosyal barış ve adaleti sağlamak üzere devletlerin gösterdiği çabaların yetmemesi, hükümetlerin politika üretmek noktasındaki gönülsüz davranışları, toplumsal kesimlerin kendi sorunlarını çözmek üzere harekete geçmelerine neden olmuştur. Aynı zamanda şehirlerde artan nüfusa bağlı olarak artan duyarlılık, ücretli sayısında görülen artışlar, kapitalist uygulamaların ortaya çıkardığı olumsuz gelişmelere tepki olarak doğan düşünce akımlarının hız kazanması ve katılımcı demokrasi anlayışına geçiş, kolektif kendi kendine yardım araçlarının, önemli birer araç hâline gelmesine neden olmuştur. Bu araçların en önemlileri “sendikalar” ve diğer kolektif kendi kendine yardım araçları olarak kooperatifler, vakıflar ve derneklerdir.

Sendikalar

Kollektif kendi kendine yardım araçlarının en önemlisi sendikalardır. Çok önemli bir sivil toplum kuruluşu olan sendikalar, aynı zamanda bir mesleki dayanışma örgütüdür. Çalışma hayatının demokratikleşmesinde ve sosyal politika alanına ilişkin ilk koruyucu düzenlemelerin yapılmasında, sendikaların etkisi diğer unsurlardan daha fazladır. Sanayi Devrimi sonrası yaşanan sömürü ve istismara karşı ilk tepkileri gösteren toplum kesimi, işçiler olmuştur. İşçiler, mücadelelerini daha etkin bir şekilde yerine getirebilmek için günümüzün modern sendikaların kaynağını oluşturan işçi birlikleri ve koalisyonlarını oluşturmuşlardır.Hatta sonraki yıllarda işçiler, diğer ülkelerin işçileri ve onların kurdukları dayanışma örgütleri ile kurdukları ilişkilerle ilk uluslararası dayanışmanın örneklerini de vermişlerdir. Günümüzde işçiler yanında kamu görevlileri ve işverenler de sendikal örgütler kurmak suretiyle, üyelerinin ekonomik ve sosyal durumlarını koruma ve geliştirme çabası içerisindedir.

Ancak sendikaların, üyelerinin ekonomik ve sosyal durumlarını koruma ve geliştirme doğrultusunda etkili olabilmeleri için, sendikal hak ve özgürlüklerin tanınmış ve güvence altına alınmış olması gerekir. Başlangıçta işçilere verilen ancak ilerleyen dönemlerde kamu görevlilerinin ve işverenlerin de kavuştuğu sendikal hak ve özgürlüklerin, demokratik toplumlarda bir sosyal politika aracı olarak anlam taşıması ancak bu hakların ülkelerin anayasaları ile güvence altına alınması ile mümkün olur.

Sendikal hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, çalışanların önceden izin almaksızın serbestçe sendika kurabilmesi, kurulmuş sendikalar üye olması/olmaması ve üyelikten ayrılma hakkının tanınması ile mümkündür. Bireysel özgürlükler olarak kabul edilen bu özgürlüklere ek olarak, toplu pazarlık, toplu sözleşme yapma, üst kuruluşlar kurma ve uluslararası benzer kuruluşlara katılma ve ilişki kurma hakkının da tanınmasını kapsayan kolektif özgürlükler, sendikal hak ve özgürlüklerin ikinci önemli ayağını oluşturmaktadır.

 

Türkiye’de ilk defa 1961 Anayasası ile kazanılan sendikal özgürlükler zaman zaman kesintiye uğramış ise de 1982 Anayasasında da varlığını sürdürmektedir. Türkiye’nin Batı ülkeleri ile ilişkileri geliştikçe ve uluslararası organizasyonlara katılımı arttıkça, sendikal hak ve özgürlükler gelişmiş ve çalışanların önemli bir kısmı sendikal hak ve özgürlüklerden yararlanmaya başlamıştır. Batı ülkelerinden farklı olarak ülkemizde, hâlâ tarım kesimindeki yoğun istihdam, kayıt dışı ekonomi ve kayıt dışı istihdamın büyüklüğü ve küçük ölçekli işletmelerin yaygın oluşu sendikaların ve sendikalaşmanın önündeki en önemli engellerdir. Günümüzde, küresel gelişmelere ve sendika karşıtı düşüncelerin yükselmesine bağlı olarak sendikalar, güç kaybetmekte ise de diğer sosyal sorunlarla ilgili geliştirdikleri politikalarla güçlerini korumaya devam etmektedirler.

Diğer Kollektif Kendi Kendine Yardım Araçları

Toplumun değişik kesimlerinin, kendi ekonomik ve sosyal durumlarını korumak ve geliştirmek amacıyla oluşturdukları örgütler, diğer kolektif kendi kendine yardım araçlarıdır. Kâr amacı gütmeksizin, gönüllülük esasında ve yardım amaçlı olarak faaliyet gösteren kooperatifler, vakıflar ve dernekler bu araçların en önemlileridir.

Yapı, üretim, tüketim ve emek kooperatifleri, mensuplarının küçük tasarruflarını, çabalarını ve emeklerinin karşılığı olarak elde ettikleri ürünlerinin ya da kazançlarının en iyi şekilde değerlendirilmesi amacı ile oluşturulan örgütler olarak kolektif kendi kendine yardımın en önemli aracıdır. Toplumda özel olarak korunmaya muhtaç kesimlerin, doğal hayatın, çevrenin ve sosyal dışlanmaya en kolay uğrama ihtimali olan kesimlerin korunması amacı vakıfların varlık nedenidir. Varlık ve güç sahibi insanların varlıklarını ve güçlerini yardım amaçlı ve ebedi olarak tahsis etmesinden oluşan vakıflar, verdikleri burslar, yaptıkları ayni ve nakdi yardımlar ile tipik bir kollektif kendi kendine yardım aracıdır.

Toplumsal faydanın artırılması için oluşturulan derneklerin en temel amaçları, yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamaktır. Temel insan haklarının en önemlilerinden biri olan dernek kurma hakkı ve özgürlüğü, toplumlarda ekonomik ve sosyal hayata ilişkin kararların, sadece siyasi otorite tarafından değil, dernekler aracılığı ile alınmasını sağlar. Bu durum sivil toplumun gücünü açıklar. Dernek kurma hakkı aynı zamanda, kişilerin kendilerini geliştirmeleri ve düşüncelerini rahatça açıklamaları anlamına gelir.

Kooperatifler, vakıflar ve dernekler sendikalarla birlikte katılımcılığın, demokrasinin ve sosyal devlet olmanın niteliğini belirler. Bu özellikleri ile bu kurumlar sosyal barışın ve sosyal adaletin sağlanmasında büyük önem taşır. Aynı zamanda toplumun dengeli kalkınması, yoksulluğun azaltılması ve kişiler ile toplum gruplarının devlet ve güçlü kesimler tarafından istismar edilmesini önlemede önemli roller oynarlar.

Uluslararası Araçlar

Sanayi Devrimi sonrasında, artan üretim ve gelişen teknolojiye bağlı olarak ülkeler arasındaki ticari ilişkiler gelişmiş, iç ve dış göçlerde önemli artışlar yaşanmış ve bunlara bağlı olarak, ülkelerin yaşadıkları ekonomik ve sosyal sorunlar, ilişki içerisinde olduğu diğer ülkelere de yansımıştır. Sanayi Devrimi ve ticari kapitalizmin neden olduğu, işçi sınıfının ve diğer toplum kesimlerinin ve hatta diğer ülkelerin de sömürü ve istismarını kapsayan toplumsal sorunlar daha da artırmıştır. Artan sorunlar karşısında, işçilerin önderliğinde başlayan direniş hareketleri, uluslararası ilişkilerde ve düşünce alanında yaşanan gelişmelere bağlı olarak güç kazanmış ve direniş uluslararası bir boyut kazanmıştır.

Bozulan sosyal barışın sağlanmasında, ulusal sendikal hareketlerin uluslararası boyut kazanması ve uluslararası baskıyı artırması, kapitalist anlayışa karşıt düşünce hareketlerinin güç kazanması, siyasal barışın sosyal adaletle desteklenmediği sürece kalıcı olamayacağı düşüncesinin öne çıkması ve uluslararası rekabetin eşitlenmesi düşüncesi, uluslararası sosyal politika araçlarının doğumunu ve gelişimini hazırlayan temel nedenlerdir.

Uluslararası sosyal politika arayışlarına yönelik ilk adımlar, İngiltere’de Robert Owen’ın 1830-1840, Fransa’da Daniel Le Grand’ın 1840-1855 yılları arasındaki çabaları ile atılmıştır. Ancak ilk resmi girişimler, 1881 yılında İsviçre’de başlatılmıştır (Gülmez, 2000: 9). Bu girişimler, sosyal politika sorunlarının ve çözümlerinin uluslararasılaştırılması anlamında önemlidir (Alper ve Kaya, 1995: 10). Bu girişimlere rağmen uluslararası sosyal politika alanındaki asıl gelişmeler I. Dünya Savaşı sonrası döneme denk gelmektedir.

Uluslararası sosyal politika aracı olarak ilk akla gelen kurum, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’dür. ILO ile aynı yılda kurulan ve sonradan yerini Birleşmiş Milletler’e (UN) devreden Milletler Cemiyeti, Avrupa Birliği (AB), İktisadi İş Birliği ve Gelişme Teşkilatı (OECD), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) gibi ulus devletlerin oluşturduğu kurumlar da bu alanda önem taşımaktadır. İşçi sendikaları ve konfederasyonlarının kurduğu, Dünya Sendikalar Federasyonu ve Milletlerarası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Üçüncü Yol, Yeşiller ve Feminist hareketler gibi sivil toplum hareketleri ve bölgesel ve uluslararası alanda faaliyet gösteren çok sayıdaki örgüt bu alandaki önemli araçlardır. Ülkeler arasında imzalanan ikili ve çok taraflı anlaşmalar da diğer uluslararası sosyal politika araçları kadar önemlidir.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)

Sosyal politikanın uluslararası araçlarının en önemlisi ILO’dur. I. Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Versay Barış Antlaşması ile 1919 yılında kurulmuştur. Milletler Cemiyeti ile eş zamanlı olarak kurulan ILO’nun kuruluşunda, siyasi barışın ancak sosyal barış ve sosyal adaletin sağlanması ile kalıcı olacağı düşüncesi etkili olmuştur. Bu düşünce, Versay Barış Antlaşmasının girişinde yer bulmuştur. Milletler Cemiyetinin dağılması ile Birleşmiş Milletlerin bir uzmanlık kuruluşu olarak faaliyet gösteren ILO’nun, 1944 yılında yapılan Uluslararası Çalışma Konferansında kabul edilen Filedelfiya Bildirgesi ile amaçlarını yeniden tanımlanmıştır. Özellikle çalışma hayatına ilişkin sorunlara çözüm bulunması ve ücretlilerin durumunu yakından etkileyen ekonomik sorunlarla uğraşılması benimsenmiştir. Bildirge’de ayrıca, emeğin ticari bir mal olmadığı, dernek kurma ve ifade özgürlüğünün ilerlemenin vazgeçilmez bir şartı olduğu, yoksulluğun herkesin refahını tehdit eden bir tehlike olduğu ve her ulusun sorunlarının sosyal diyalog içerisinde ve üçlü katılım yolu ile çözülmesi gerektiğine işaret edilmiştir.

ILO’nun hâlen 186 üyesi bulunmaktadır. Üçlü temsil anlayışı ile yönetilen ve bu özelliği ile tek olan ILO, bugüne kadar 189 Sözleşme ve 204 Tavsiye Kararı kabul etmiştir. Bu sözleşmelerden 8’i temel insan haklarını ilgilendiren sözleşmeler olarak özel bir öneme sahiptir. Bunlar, 29 Sayılı Zorla Çalıştırma Sözleşmesi, 87 Sayılı Örgütlenme Özgürlüğü ve Örgütlenme Hakkının Korunması Sözleşmesi, 98 Sayılı Örgütlenme Hakkı ve Toplu Pazarlık Sözleşmesi, 100 Sayılı Eşit Ücret Sözleşmesi, 105 Sayılı Zorla Çalıştırmanın Yasaklanması Sözleşmesi, 111 Sayılı Ayırımcılık (İstihdam ve Meslek) Sözleşmesi, 138 Sayılı Asgari Yaş Sözleşmesi ve 182 Sayılı Çocuk İşçiliğinin En Kötü Biçimleri Sözleşmesidir. ILO’nun yaptığı diğer sözleşmeler üzerinde ayrıca durulmayacaktır. Bu temel sözleşmeler bile, ILO’nun sosyal politika açısından taşıdığı önemi anlatmaya yetmektedir. ILO’nun kabul ettiği sözleşme ve tavsiye kararları, çalışma hayatına ilişkin olarak, üye ülkelerin tamamında, benzer sorunlar karşısında benzer uygulamalar yapılması amacını taşımaktadır. Diğer bir ifade ile amaç, standart oluşturmaktır.

 

ILO’nun Uluslararası Çalışma Konferansı, Yönetim Kurulu ve Çalışma Bürosu olarak 3 temel organı bulunmaktadır. Ayrıca çok sayıda komisyon, komite ve merkez gibi alt organları vardır. Türkiye, 1932 yılında ILO’ya üye olmuş ve bugüne kadar 59 sözleşmeyi onaylamıştır. Türkiye’nin ILO’ya üye olması, çalışma hayatına ilişkin konulara Devlet’in yaklaşımını değiştirmeye yetmiştir. Bunun sonucu olarak, çalışma hayatının temel sözleşmelerine ek olarak, diğer sözleşmeleri de onaylama süreci hız kazanmıştır.

Diğer Araçlar

Uluslararası Sosyal Politikanın diğer önemli araçları arasında, ulus devletlerin oluşturduğu uluslararası ve bölgesel organizasyonlar önemli bir yere sahiptir. Bu örgütlerin başında, Birleşmiş Milletler Teşkilatı gelmektedir. I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Milletler Cemiyetinin dağılması üzerine, 1946 yılında kurulan Birleşmiş Milletler, kabul ettiği sözleşmeler ve diğer belgeler ile sosyal barış ve sosyal adaletin sağlanmasına önemli katkılar yapmaktadır. Bu belgelerden önemlisi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesidir. Ayrıca çocuk hakları, ırk ayırımcılığının kaldırılması, göçmen işçilerin sorunları gibi, önemli alanlarda kabul ettiği sözleşmeler evrensel barışın sağlanması için gerekli adımlardır.

İkinci önemli araç, Avrupa Birliğidir. II. Dünya Savaşından sonra, yıkılan Avrupa’yı yeniden kurmak ve siyasal barışın, yanında kalıcı bir sosyal barışı gerçekleştirmek isteyen Avrupa ülkeleri, Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’nu kurmuştur. Kurulması sırasında, ekonomik endişelerin öne çıktığı topluluk, izleyen yıllarda ekonomik topluluk olmaktan daha çok Sosyal Avrupa’yı oluşturmaya çalışmış, ismini Avrupa Birliği’ne dönüştürmüş ve önemli sosyal politika görevleri üstlenmiştir.

Avrupa Birliği’nin sosyal politikaya ilişkin faaliyetleri arasında, iş hukuku düzenlemeleri, sosyal diyaloğun sağlanması, istihdam politikaları ve Avrupa Sosyal Fonu önem taşımaktadır. Bu faaliyetlerin tamamı, AB ülkeleri içerisinde ücret, çalışma ortamı, insan hakları, iş sağlığı ve güvenliği, ayırımcılıkla mücadele, eşit haklar, sendikal haklar ve dernek kurma hakkı gibi alanlarda ortak standartlar oluşturmaktadır.

Türkiye, kurulduğu yıldan itibaren AB’ye üye olmayı istemiştir. Günümüzde önemli mesafeler katedilmiş olmakla birlikte, üyelik sürecine ilişkin müzakereler devam etmektedir.

Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na bağlı diğer kuruluşların yanında diğer uluslararası ve bölgesel kuruluşların da sosyal politika alanına ilişkin faaliyetleri olmaktadır.

Uluslararası sosyal politika araçları içerisinde Üçüncü Yol, Yeşiller ve Feminist hareketler gibi sivil toplum hareketleri de önemli bir yer tutmaktadır. Bu hareketler ulus devletlerin organize ettiği hareketler değildir. Bu özelliği ile bu türden hareketler, hem sivil iradeyi temsil etmek hem de sivil toplumu sosyal olaylara karşı daha duyarlı hâle getirmek için önemli görevler üstlenmektedir.

Ülkelerin imzaladığı ikili ya da çok taraflı iş gücü anlaşmaları veya sosyal güvenlik sözleşmeleri de önemli birer sosyal politika aracıdır.

Uluslararası sosyal politika araçları içerisinde, uluslararası sendikal organizasyonlar ve meslek örgütleri de ayrı bir yere sahiptir. Küresel gelişmelere bağlı olarak sendikalar, bütün dünyada ve Türkiye’de önemli güç kayıpları yaşamaktadır. Buna rağmen, sendikal organizasyonlar ve meslek örgütleri, çalışma hayatının temel sorunları yanında diğer toplumsal sorun alanlarında da ulus devletlerin, işletmelerin ve güç merkezlerinin daha sorumlu ve duyarlı davranmaları ve çözüm geliştirmeleri konusunda önemli bir baskı grubu olma özelliğini sürdürmektedir.

Uluslararası Sendikal örgütlerin en önemlileri, Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) ve Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU)’dur. Bu örgütler, amaçlarına ulaşabilmek için diğer uluslararası örgütlerle ilişkiler kurmaktadır.

Sonuç olarak, evrensel barışın ve sosyal adaletin sağlanmasında, uluslararası sosyal politika araçlarının önemli roller üstlenmeye devam ettiğinin belirtilmesi gerekir.

 

KÜLTÜR NEDİR ?

KÜLTÜR

Kültür, gündelik hayatın vazgeçilmez bir bileşenidir. Zira insanı diğer türlerden ayırt edici en temel özelliği kültür üreticisi, kültür öznesi olmasıdır. Kültür, insanın kendi var oluş serüvenini anlama ve anlamlandırma çabasının bir sonucu olarak, doğayı dönüştürerek ürettiği her şey olarak tanımlanabilir. Gündelik hayatta ‘kültür’ kavramını, genellikle sanat ve incelmiş özel bir bilgi edinimi olarak tasavvur ederiz. Oysa kültür yalnızca bu özel anlamla sınırlı değildir; esasında insanın kendi var oluşuna anlam katmak için gösterdiği bütün çabalar ve bunların somut ya da somut-olmayan ürünleri kültür olarak nitelendirilebilir. Ölümlü olduğunu aklı sayesinde fark edebilen insan, ölümsüz olmanın yollarını aramıştır; bunun biyolojik olarak mümkün olmadığını görüp asıl kalıcı olanın yeryüzünde eser bırakmak olduğunu idrak etmiştir. Hepimiz en yüksek sanat ürünlerinden en sıradan eylemlerimize kadar ölümsüzlüğümüzü sağlamasını arzuladığımız araçlar ve göstergeler üretiriz. Zaten konuşma yetisi, başlı başına bir doğayı dönüştürme ve simge üretme etkinliği olarak, insanı kültür öznesi olma konumuna getirir. Bunun sonucunda, kuşaklar ötesine artarak taşınan bir bilgi ve deneyim birikimi ortaya çıkar. Bu birikim, gelenekleri, bilgi biçimlerini, ideolojileri, sanatı doğurur. Sosyal bilimler, önemli ölçüde kültürün ve onun çeşitli sonuçlarının incelenmesi olarak biçimlenmiştir. Geçmişte kültür üretimi görece yerel aidiyet alanlarında sınırlı tutulabilmekteyken, günümüzün küresel etkileşim ve alış-veriş ortamı içinde, kültür, sürekli dönüşen, birbirinden farklı unsurların bileşimine dayanan ve Dünya ölçeğinde, çok hızlı bir şekilde oluşan karmaşık bir süreç halini almaktadır.

KÜLTÜRÜN ÖNEMİ

İnsana dair özellikleri diğer canlı türlerinin özellikleriyle kıyaslamak ve insanın ayrıcalığını tanımlamak belirli ölçütler açısından mümkündür. Örneğin, insanın yegâne kültür üreticisi varlık olduğu söylenebilir çünkü insan kendi varlığı üzerine düşünebilme yetisine sahip bir canlıdır. Kısaca kültür bu şekilde bir düşünme yetisinin sonucunda ortaya çıkan bir simge üretme etkinliğidir.

Uygarlık da insanın kültür üretme becerisinin sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. Türkçe’de uygarlık sözcüğü Avrupa dillerinin birçoğunda civilisation sözcüğü ile karşılanır. Bu sözcük ise Latince’de kent anlamına gelen civitas sözcüğünden türemiştir. Aynı anlam benzerliği Arapça Medeniyet ve Medine (kent) sözcükleri arasında da vardır. Öyleyse insanın yaşam biçiminin belli bir süreklilik, örgütlülük ve karmaşıklık arz ettiği durum olan uygarlığın öncelikle ve belirleyici olarak kent tipi bir yerleşmenin ortaya çıkışıyla yakından ilişkisi olduğu söylenebilir. Kent yalnızca ortak bir yaşam alanı olmanın ötesinde, ortak bir ruh hâlinin de temsilcisidir çünkü kent yaşamı belirli bir yerde sabit kalmayı gerektiren üretim ilişkilerine bağlıdır. Düzenli tarım, istikrarlı ticaret ve daha ileriki aşamalarda sanayi, kentin varlık nedeni olmuştur. İnsan türünün tarihinde bir dönüm noktası olan yazının icadı da bu şeklide örgütlü hâle gelen toplum yaşamının kavramlar yoluyla kendini ifade etmeye ihtiyaç duymasıyla ilgilidir.

DİKKAT: Kent yalnızca ortak bir yaşam alanı olmanın ötesinde, ortak bir ruh hâlinin de temsilcisidir; çünkü kent yaşamı belirli bir yerde sabit kalmayı gerektiren üretim ilişkilerine bağlıdır.

Yakın zamana kadar insanı diğer türlerden ayıran en temel özelliğin zekâ olduğu düşünülmüş ancak diğer canlı türlerinde de zekânın varlığına dair bulgulara rastlanmasıyla bu kanı yavaş yavaş terk edilmektedir. Ancak zekânın varlığı sonucunda öğrenme, aktarma ve bilgi birikimi gibi özellikler yalnızca insan türünde mevcuttur. Kültürü oluşturan bilgi ve ürünler, soyutlamalar aracılığıyla (resim, dil, müzik, yazı) insanlık belleğine aktarılırlar. Kültür bir toplumda bütünleşmeyi sağlayan en temel unsur olarak kabul edilebilir.

Kültürün oluşumunda insanın kendi varlığının farkında olması ve kendisini “düşünen bir varlık” olarak tasavvur etmesi etkilidir. Kendi varlığı üzerine düşünebilme yetisi her ne kadar modern öncesi çağlarda bilinen bir olgu olsa da Aydınlanma Çağı ’nın temel düşünsel unsuru olarak kabul edilmiştir. Diğer bir deyişle Aydınlanma Çağı ve Rönesans’tan itibaren insan, sadece Tanrı’nın iradesine göre şekillenmiş bir varlık değil, kendi iradesiyle kendi kaderini oluşturabilme gücü olan düşünsel bir birim olarak tasavvur edilmiştir. Descartes’in ünlü ifadesiyle “düşünüyorum öyleyse varım” (cogito ergo sum) insanın düşünen bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır.

BİLGİ: Aydınlanma Çağı
Orta Çağ’da dinsel dogmaların egemen olduğu feodal toplum düzeninde cemaat içinde kul konumunda olan insanı, doğasında özgürlük olan ve kendi başına var olma hakkına sahip bir varlık olarak kavramsallaştıran felsefi yaklaşım. Tanrı kelâmının sorgulanamaz merkezîliğine karşı, yanlışlanabilir insan aklının üstünlüğünü ilan ederek 1789 Fransız Devrimi’nin düşünsel temellerini hazırlayan düşünce bağlamı.

Kültürün Bileşenleri

İnançlar

Her insan içerisine doğduğu evreni ve kendi var oluşunu açıklayabilmek ister. Her toplum kendi örgütlenme biçimi cinsinden bir inanç sistemi geliştirir. Bu inanç sistemi insanın temel varoluş sorularına tatmin edici yanıtlar vermek zorundadır. İnsanın bu sorularına tatmin edici yanıtları en başarılı şekilde vermeyi başaran inanç sistemi kurumsallaşır. Doğayı dönüştürme ve oradan anlamlar biriktirme etkinliği olan kültür, bu bakımdan önce inançlar üzerine kuruludur.

Değerler

Kültürün temelini oluşturan inanç düzlemi, tek başına bir toplum düzeni oluşturmak için fazla soyut bir anlatıdır. Köklerini inançlardan alan değerler inançları somutlaştırma eğiliminin bir sonucudur. Toplumsal ilişkinin devamını sağlayacak olan gelenek ve göreneklere dönüşecek olan değerler, ortak kurucu unsurlar olarak kabul edilir. Değerler sadece kalan ve değişmeyen unsurları değil, değişmeye dair olanları da harekete geçirirler.

Normlar

Değerler kültürün önemli taşıyıcıları olmakla birlikte, toplumsal düzeni tam anlamıyla kurmak için gerekli olan dayatma gücünden yoksundurlar. Toplumsal düzen ancak kurumsallaşmış kurallarla ayakta durabilir. Değerler ve gelenekler tek başlarına baskı unsuru olamayacaklarından dolayı, bir baskı unsuru olan normlar mevcuttur. Norm, en basit anlamıyla yaptırımı olan toplumsal kuraldır.

DİKKAT: Norm yaptırımı olan toplumsal kuraldır.

Teknoloji

İnsan için doğa bir simge üretme kaynağıdır. Bu üretimlerin birçoğu maddi koşulların somut anlamda değişikliğe uğratılmasıyla olur. Çağdaş toplumlarda neredeyse nesnelere indirgenmiş olan teknoloji kavramı, aslında, araç gereçten ziyade, onları ortaya çıkaran bilgi, algı, tasavvur, üretim, değerler bağlamının tamamıdır. Öyleyse kültürün bileşenlerinden biri olan teknoloji çağın ruhunu, toplumsal ilişkilerini ve bunlara hakim olan iktidar yapılarına ilişkin kabulleri de beraberinde getirir.

DİKKAT: Çağdaş toplumlarda neredeyse nesnelere indirgenmiş olan teknoloji kavramı, aslında, araç gereçten ziyade, onları ortaya çıkaran bilgi, algı, tasavvur, üretim, değerler bağlamının tamamıdır.

Simgeler

Kültürün bileşenlerinden bir diğeri de simgelerdir. Kültür sonucunda ortaya çıkan üretimler, onlara dair söylem, fikir, değer ve yargıların soyut temsillere dönüşerek her bir somut üretimin kendisi yerine, onun yerine geçen daha evrensel ve dolaylı göndermeleri hâline gelirler. İşte bu soyut temsillere simge adı verilir.

Dil

Simgeler belirli bir çeşitlilik ve değişme arz etseler de ortak yaşamı sürdürmek için bazı simgelerin genel nitelikte olması gerekir. Örneğin dil, kültürün belli toplumsal düzeyde varlığını koruyabilmesi için vazgeçilmez önemde bir simge sistemdir. Kendinde anlamı olmayan ses birimlerine, toplumsal olarak üzerinde uzlaşılmış anlamlar atfedilmesi, en yaygın simge sistemi olan dili ortaya çıkarmıştır.

Sonuç olarak kültür, insan etkinlikleri içinde kendine özgü dinamikleri olan ayrıcalıklı bir alandır. Bu ayrıcalığın kökeninde insanın kendini sorgulayabilme yetisi yatar. Kültür toplumsal ilişkiler sistemi ve örgütlenme biçiminin hem kurucusu hem de yansımasıdır.

SOSYAL BİLİMLERDE KÜLTÜR

Latince Colere fiilinden türemiş olan kültür terimi, 18.yy’a kadar genellikle tarımsal etkinliklerde toprağı ıslah etme ve ürün yetiştirme gibi anlamlarda kullanılmıştır. Fakat 18.yy.dan itibaren, Aydınlanma düşüncesiyle birlikte kültür terimi toplumsal değer ve davranış biçimlerini ifade eden toplumsal bir anlam kazanmıştır. Bir diğer ifadeyle, Aydınlanma Dönemi’nde kültür terimi, tarımsal etkinlikler için kullanıldığı anlamının yanı sıra, “insan zihninin etkin olarak geliştirilmesi” anlamını da kazanmıştır.

Aydınlanma Dönemi’nde antropolojinin de gelişmesiyle kültür belirli bir halkın “bütün yaşam biçimi” anlamında yaygın olarak kullanılmaya başlamıştır. Williams’a (2005: 90) referansla kültür olgusunun üç anlam katmanı olduğunu belirtebiliriz: i- Genel bir entelektüel, tinsel ve estetik gelişim süreci (uygarlık medeniyet anlamında); ii- Entelektüel ve sanatsal ve etkinlik pratikleri (yüksek kültür anlamında) ve iii- Bir grubun ya da bir dönemin yaşam biçimi olarak kültür.

Antropolojik Yaklaşımlar

Kültür, farklı antropoloji geleneklerinde farklı şekillerde ele alınmıştır. Fakat birçok antropolog kültürün, insanların öğrendiklerinin ve eylemlerinin niteliğiyle ilgili olduğuna dair hemfikirdir. İnsan türünü diğer canlı türlerinden ayıran dünyayı kavramsallaştırma ve bunu simgeler aracılığıyla anlatabilme yeteneği en eşsiz niteliğidir.

Evrimci ve Tarihselci Yaklaşımlar

Evrimciliğin ilk ve en önemli temsilcilerinde olan Edward B. Tylor (1832-1917) aynı zamanda antropolojinin konusunun kültür olduğunu belirten ilk bilim insanıdır. Tylor, kültürel olanla biyolojik olan arasındaki ayrıma vurgu yapmıştır. Tylor’a göre kültür “Bir dönemin ya da bir toplumsal grubun yaşam biçimi” olarak tanımlanır ve yalnızca insanlık kültüre sahiptir. Bu tanım, kültür kavramını, insanların gündelik toplumsal yaşamlarının tamamını kapsayacak şekilde genişletir.

Her bir kültürün ayrı ayrı incelenmesi gerektiğini çünkü her kültürün kendine özgü ve ayrı bir tarihi olduğu görüşü Franz Boas (1858-1942) tarafından kültürel görecelilik yaklaşımıyla ele alınmaktadır. Bu görüşe göre her kültür kendi tarihinin ürünüyse ve var olduğu bağlam içerisinde inceleniyorsa insan kültürlerini daha ilkel ya da daha uygar olarak nitelemek veya kültürler arasında karşılaştırma yapmak sorunlu bir analizdir.

Taylor’a göre kültür insan yeteneklerinin birikimi iken Boas’a göre kültür, “bir topluluğun toplumsal davranışlarının bütün ifadelerini, bireylerin içinde yaşadıkları grubun alışkanlıklarından etkilenen tepkilerini ve bu alışkanlıkların belirlediği insan etkinliklerini” kapsar. Boas, bu noktada bize “kültürel gözlük” benzetmesini önerir. Bu gözlük, içinde yaşadığımız dünyayı algılamamızı ve toplumsal yaşamlarımızı anlamını yorumlamamızı sağlar.

Kültürel göreceliliğin bir adım sonrası ise etnik-merkezcilik eleştirisidir. Etnik-merkezcilik, bireyin diğer kültürleri yorumlarken kendi kültürünü dikkate alması, yüceltmesi ve diğerlerini aşağılamasıdır. Bu bağlamda, etnik-merkezcilik bünyesinde ırkçılığı da barındırdığı için, kültürel göreceliliği, yani başka kültürleri kişinin kendi kültürünün değil, o kültürün bağlamı içinde görmesini savunmak önemlidir.

İşlevselci ve Yapısalcı Yaklaşımlar

Antropolojik yaklaşımda işlevsel yaklaşımın en önemli temsilcisi olan Bronislav Malinowski’ye (1884-1942) göre her biyolojik ihtiyaç, bir kültürel sisteme yol açmakta, gereksinimleri karşılayan kültürel uygulamalar ise yeni kültürel ihtiyaçları üretmektedir. Toplumlar bu gereksinimleri karşılamak için din, sanat, hukuk, aile ve akrabalık gibi kurumları geliştirmiştir.

Yapısalcı-işlevselci ekolün kurucusu olan Radcliffe-Brown (1881-1955) din, sanat, hukuk gibi kurumların bir kültürün anlaşılmasında merkezî rol oynadıklarını kabul ediyordu. Fakat Malinowski’nin tersine, kültürel işlevler, bireysel ihtiyaçların karşılanması değil, toplumsal yapının sürdürülmesiydi. Farklı bir deyişle, Brown, bir toplumun her gelenek ve inancının, dolayısıyla kültürün, o toplumun yapısını sürdürmeye dönük belirli bir işlevi olduğuna inanır. Toplumun varlığını sürdürmesi buna bağlıdır.

Genel olarak yapısalcılara göre ise kültür, temelde yatan bir düşünce kalıbının ürünüdür. Her bir kültür, kendi fiziksel ve toplumsal çevresi tarafından olduğu kadar tarih tarafından da biçimlenir. Bir yapısalcı olarak Lévi-Strauss (1908-2009) kültürü insan zihninin simgesel ifadeleri olarak görür. Bu tikel kültürler için olduğu kadar genel kültür kavramı için de geçerlidir.

Resim 1.1 Claude Lévi-Strauss: Yapısalcı antropoloji yaklaşımının kurucularından Fransız düşünür. Kültürler arasında hiyerarşik bir sıralama yapılamayacağını, kültür olgularının kendi anlam bağlamlarında değerlendirilmeleri gerektiğini ileri süren Lévi-Strauss, bu doğrultuda birçok araştırma yapmış, çağdaş sosyolojiye de önemli katkılarda bulunmuştur.

Sosyolojik Yaklaşım

Antropolojinin kültür terimini temel konu edinmesinin yanısıra sosyoloji de toplumun bir bileşeni olarak inceler. Sosyolojide kültür, bir toplumun eğitim, sanat, teknoloji, hukuk, siyaset gibi temel alanlarında maddi ve maddi olmayan tüm birikimlerini kapsar. Bu bakımdan birey, topluma ait olup kültüre sahiptir. Sosyolojik düşünce tarihinde kültür, farklı kuramsal bakış açıları tarafından bütünleştirici ögelerle çatışmacı ögelerin kaynağı olarak ele alınmıştır.

Bu bakış açısına göre, kültür toplumsal ögelerin birbirleriyle olan ilişkilerinde, ortak değerler çerçevesinde ortak bilinci ifade eden, düzen ve sürekliliği sağlayan bir kavram olarak bütünleştirici bir role sahiptir. Bu konuda, özellikle yapısalcı ve işlevselci yaklaşımlar, kültürün, toplumsal uzlaşma ve toplumsal bütünlük sağlamada büyük önem taşıdığını vurgularlar.

Yapısalcı yaklaşımın kültüre ilişkin kuramsal çerçevesinin temeli yapısal dilbilim ile göstergebilimsel alandaki çalışmalardır. Yapısalcılıkta kültürle dil birbirine benzeyen kavramlar olarak ele alınır. Yapısalcı yaklaşımda asıl odak, bireysel insan bilinci değil, kültür sisteminin rolü ve kültür sistemi çalışmalarıdır. Bu anlamda, kültürün, tıpkı dil gibi bütünlükçü bakış açısından okunması bu yaklaşımla mümkündür. Farklı bir deyişle yapısalcı yaklaşım, kültürün dilde yaşadığı, geliştiği ve biriktiğini, dilin de kültürün hazinesi ve bilincini oluşturduğuna vurgu yapar.

Dramaturjik yaklaşımsa, toplumsal eylemi oyun metaforu üzerinden anlatır. Toplumsal hayatı, sahnelenen bir dramaya benzeterek bireyleri bu oyunu sergileyen aktörler olarak ele alır. Bu yaklaşım, oyunun gerçekleşmesinde bir arada tutucu motifler üzerine eğilir.

Kültürün çatışmacı ögelerin kaynağı olarak en net hâli Marksist yaklaşımdadır. Buna göre kültürün, yönetici sınıfın görüşlerini yansıtan, onu meşrulaştırıp onun çıkarlarına hizmet eden bir işlevi bulunmaktadır. Hegemonya ve ideoloji kavramları çerçevesinde ele alınan kültür kavramı, toplumsal eşitsizlikleri, sınıf çatışmalarını ve baskın sınıfın meşruluğunu yeniden üreten bir unsur olarak ele alınmıştır.

BİLGİ: Hegemonya
Bir toplumda hakim sınıf ya da yönetici sınıfın iktidarını doğal ve meşru göstermesi, kendi sınıfsal çıkarlarını evrensel çıkarlar olarak ifade etmesi durumu. Antonio Gramsci tarafından formüle edilem hegemonya kavramı/kuramı kapitalist bir toplumda, yönetici sınıfın ideolojisini kitlelere çoğu zaman güce başvurmaksızın onların rızasını kazanarak empoze edişini açıklar.

Bu yaklaşımlardan biri olan Frankfurt Okulu kültürü bir mücadele alanı olarak çözümler. 1923’te Frankfurt’ta kurulan ve bir grup genç filozofu bir araya getiren Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (Institut für Sozialforschung), zaman içinde önemli bir düşünce okulu hâline gelmesiyle kısaca Frankfurt okulu olarak anılmıştır. Başlangıçta Marksist düşünceye eleştirel bir tavırla yeni bir yön varmeyi amaçlayan Frankfurt Okulu düşünürleri, Nasyonal Sosyalizm’in Almanya’da iktidarı ele geçirmesiyle birlikte sürgüne gitmek zorunda kalmışlar ve çoğu ABD’deki gözlemlerinden yola çıkarak, kitle kültürü, kültür endüstrisi, propaganda, otoriter kişilik gibi olgular üzerinde, kültür temelli araştırmalar yapmışlardır. Kitle kültürü eleştirisi yapan okul, kültür endüstrisi kavramını geliştirmiştir. Buna göre, kültür endüstrisi standartlaşmış ürünler sunarak, izleyicilerin algısında gerilemeye neden olur ve toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretir. Eğlence ürünü üretimi ve dağıtımı yapan medya ve eğlence şirketleri kültür endüstrilerine girmektedir. (Adorno 2006: 98-106).

Benzer bir bakış açısıyla Birmingham Kültürel Çalışmalar Okulu, kültürü, iktidarın ve direnişin işlediği bir alan olarak ele alır. Okul, kitle iletişim araçları ve medyayla sarmalanan kültürü, kültürel ürünlerin tüketilmesi yoluyla çatışmayı yeniden üreten bir endüstri olarak ele alır. Birmingham Üniversitesi’nde 1964 yılında Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi (ÇKÇM) olarak kurulduğu için Birmingham Okulu ya da Britanya kültürel çalışmaları okulu olarak da anılan okul, çağdaş kültürel kuram içindeki önemli okullardan biridir. Genişletilmiş bir kültür kavramını yaşama geçiren Birmingham Okulu hem yüksek kültür-aşağı kültür ayrımına hem de herhangi bir kültürel tabakalaşmaya karşı gelerek böylesi yaklaşımlardan önemli bir kopuş gerçekleştirmiştir. Birmingham Okulu ayrıca kültürü birleştirici bir sistem ya da paylaşılan değerler bütünü olarak değil, aksine bir mücadele ve çatışma alanı olarak tarif etmiştir.

Toplumsal tabakalaşma ve sınıf çatışmasını dinamiklerinden olan yüksek kültür ve popüler kültür ayrımı, kültürel etkinliklerin toplumsal kimlikler üzerindeki yansımasından, ana akım kültürün dışında kalarak alt-kültürlerin ortaya çıkmasına kadar bir çatışma ortamı yaratmaktadır. Yüksek kültür, bir dizi entelektüel ve sanatsal faaliyetle bunların ürünlerini tanımlamada kullanılırken popüler kültürse, çok geniş kitleleri hedef alarak pazara sunulan kültür ürünlerini ve bu ürünleri tüketen grupları ifade etmektedir.

DİKKAT: Yüksek kültür, bir dizi entelektüel ve sanatsal faaliyetle bunların ürünlerini tanımlamada kullanılırken popüler kültürse, çok geniş kitleleri hedef alarak pazara sunulan kültür ürünlerini ve bu ürünleri tüketen grupları ifade etmektedir.

KÜLTÜRÜN İDEOLOJİ, GELENEK VE BİLGİ İLE İLİŞKİSİ

Kültür ve İdeoloji

İdeoloji ve kültür kavramları, ideal olanla gerçek olan arasındaki ilişkiyi sorgulaması bakımından karşılıklı ilişki içerisindedir.

Marksist perspektife göre ideoloji, içinde sınıf mücadelesinin verildiği bir alandır. Kültür ise bu alanın en etkin unsurlarındandır. İktidar, yalnız ekonomik alana dayanmamakta, kültürel unsurlar da önemli rol oynamaktadır. Marxsist bakış açısına göre, kültür kavramının ideolojik kullanımının en net görüldüğü örneklerden biri Louis Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) kavramsallaştırmasıdır. Buna göre devletin kapitalizmin yeniden üretimini sağlamada iki tür sistemi vardır: İlki, Devletin Baskı Aygıtları; hükümet, ordu, polis, hapishane. İkincisi Devletin İdeolojik Aygıtları; eğitim, din, siyaset, sendika, basın-yayın. Bunlar ideolojik yeniden üretimi devletin işleyişine bağlayan kültürel aygıtlardır (Althusser 2006: 128).

Kültür kavramına bütünleştirici bir araç gözüyle bakmak, dünya siyasi tarihinde ulus-devletlerin kurulma süreçleriyle başlar. Ulus-devlet terimiyle birlikte bir ulusal kültürden söz edilmekte ve kültürel bütünleşmeyle ortak değerlerin yaratılıp paylaşılarak korunması hedeflenmektedir. Bu durumun tehlikeli yanıysa devlet sınırları içinde bulunan farklı kültürlerin, asimilasyon yoluyla özgünlüklerini kaybetmeleridir. Modernleşmenin bir ürünü olan ulus-devletlerde, ulusal bir kültür yaratmak için farklılıkları eleme eğilimi belirgin hâle gelmiştir.

Kültür kavramının ideolojik kullanımının saflaştırıcı boyutu ve ulus-devlet kapsamında bütünleştirici rolünün yanı sıra kültürün çoğulculuğu öncelediğini belirten bakış açıları da mevcuttur.

Resim 1.2 Louis Althusser: Markist yapısalcı Fransız düşünür. Marksizm’in temel eserlerini yeniden ve yapısalcı bir bakış açısıyla okuyan, yeniden üretimin sadece ekonomik olan üzerinden olmadığını, egemen sınıfın iktidarının süregitmesi için ideolojik bağlamın da önem taşıdığını vurgulamıştır. Bu nedenle, ideolojiyi bir toplumsal yeniden üretim süreci olarak kavramsallaştırmıştır.

Modernizmin kültüre yüklediği bütünleştirici, saflaştırıcı rol postmodernizm tarafından eleştirilmiştir. Postmodernizm, evrensel ahlak yerine, her türlü çoğulculuk ve yerellikten yanadır. Modernlik kavramı, ulus-devlet sınırları bağlamında ulaşılması gereken hedefleri olan bir ideolojiler bütünüdür. Oysa postmodern yaklaşım, bu bağlamda gelecek bütün ideolojilere karşıdır.

DİKKAT:

Postmodernizm, evrensel ahlak yerine, her türlü çoğulculuk ve yerellikten yanadır.

Paralel bir şekilde, küreselleşme kavramında da kültürel çoğulculuk ilkesi benimsenmektedir. Esas olarak, küreselleşme ekonomik bir kavramdır ve iş gücünün, sermaye ve mal piyasalarının çok-uluslu şirketler aracılığıyla uluslararası bir nitelik kazanmasını ifade etmektedir. Bu durum, fazla üretimi satacak yeni Pazar arayışlarına dayanmaktadır. Küreselleşme çok boyulu bir olgudur. Bu süreçte, ulus-devletler zayıflamakta ve ulusal kültürler yerini, küresel ve yerel olanın bir arada bulunduğu bir yapılanma almaktadır. Küreselleşme sürecinde, ideoloji kültürel bir kod olarak kabul edilirken çoğulcu bakış açısıyla tüm yerelliklere büyük önem atfedilmektedir.

Fakat küreselleşme kavramı her ne kadar bütünleştirici yapıyı ön plana çıkarır görünse de bu bütün olma hâli ve çoğulculuk ilkesine rağmen, indirgemeci ve tek tipleştirici bir boyuta sahiptir. Çünkü küresel kitle kültürünün çoğulculuğu esasen Batı-merkezlidir ve küresel kitle kültüründe üretim, kitle iletişim araçlarının egemenliğindedir. Küreselleşen, sermayeyle birlikte kültür ve iletişimdir.

Kültür ve Gelenek

Gelenek kavramı, sosyal bilimlerde sık kullanılan ama üzerinde sistemli bir inceleme yapılmamış bir kavramdır. Günlük dilde genel olarak, geçmişe ait pratik ve değerleri tanımlamak için kullanılan bir sözcüktür. Oysa gelenek sadece geçmişle değil bugün ve gelecekle de ilgilidir (Glassie, 2002: 8-9). Bu kavram, dinamik olmadığı ve toplumun değişen yapısını anlatmakta kullanılamadığı nedeniyle sosyal bilimciler tarafından ihmal edilmiştir. Fakat gelenek ilk başta, geçmişi ve durağanlığı anımsatsa da esasen dinamik bir kavramdır ve bugüne ve geleceğe ilişkindir.

Resim 1.3 Dövme (yaptırmak) sanıldığının aksine bugüne dair bir pratik değildir. Yüzyıllardır süregelen dövme geleneğine bir çok bölgede rastlamak mümkündür.

Geleneği tanımlarken yaşanan sorun, kavramı belli bir zaman dizgesine yerleştirirken fazla tutarlılık aramaktan kaynaklanır. Bir davranış ya da düşünce belli sayıdaki kuşakları gerektirmeden de gelenek sayılabilir. Buna karşın daha fazla kuşağın bildiği ve bir şekilde gelenek olduğu konusunda mutabakata varılan bir şey de gelenek olarak kabul edilmeyebilir. Zira toplumların uzun bir geçmişe dayandığını sandığı ve gelenek olarak gördüğü pek çok pratik aslında görece olarak yakın dönemlere aittir.

DİKKAT: Örfler, bir toplumdaki ahlak ve terbiye standartlarını belirleyen temel kuralları oluşturmaktadır.

Gelenek, âdet ve örf arasındaki sınırlar çok belirgin değildir. Âdetler, uzun bir zaman boyunca tekrar edilen, kurumsallaşmış toplumsal alışkanlıklar olarak tanımlanabilir. Âdet, geleneğe benzer biçimde süreğenlik duygusu oluşturmakta ve geçmişi şimdiki zamana taşımaktadır. Fakat âdetler daha az değer yüklüdür, göreli olarak daha az önemli toplumsal pratiklerdir. Bu açıdan da gelenekler kadar etkin bir benimseme ve aktarım sürecini geçirmezler. Örf ise toplumsal norm olarak tanımlanabilir. Örfler, bir toplumdaki ahlak ve terbiye standartlarını belirleyen temel kuralları oluşturmaktadır. Bu nedenle toplum tarafından bir yandan benimsenirken bir yandan da ihmal edilir. Dolayısıyla da değişmeyi ifade ederler.

Ayrıca gelenek kavramı, antropolojide kimi kez kültürle eşanlamlı kullanılmaktadır. Bu bağlamda gelenek “belirli bir topluluk içinde toplumsallaşma yoluyla bir kuşaktan diğerine aktarılan inanç, âdet, değer, davranış, bilgi ve uzmanlık örüntüleri” olarak tanımlanmaktadır.

Gelenek kavramının tanımlanmasındaki önemli güçlüklerden biri kavramın genellikle modernlikle karşıtlık içinde kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Oysa gelenek ve modern karşıt olarak düşünülen iki toplum tipidir. Bu karşıtlık esas olarak geleneksel toplumlar ve modern toplumlar arasındaki karşıtlıktır fakat hangilerinin geleneksel hangilerinin modern olduğu net ve kolay olarak cevaplanabilecek bir soru değildir. Gelenek kavramının modernlikle olan bu karşıt algılanışından ötürü, kavram geçmişe ait ve kalıntı olarak düşünülmektedir. Oysa geleneksel olarak adlandırılan pratikler modern olanla iç içedir.

Küreselleşmenin tanımlanmasındaki temel güçlüklerden biri ekonomik ve kültürel küreselleşme arasındaki bağlantıların kurulmasındadır. Bir diğer güçlükse, küreselleşmenin gelenek ve kültürle olan ilişkisini kavramaktadır. Küreselleşmenin çoğulcu söylemi içerisinde kültür ve geleneğin aslında bir zenginlik olduğu ve korunması gerektiği dile getirilmektedir. Fakat aynı zamanda gelenekler bir seçime tabi tutulmakta ve küreselleşme sürecinde hangilerinin korunması gerektiği bir sorun olmaktadır.

Kültür ve Bilgi İlişkisi

Kültür kavramı, özünde insanın doğayla kurduğu uyum ve dönüştürme ilişkisinin sonucunda oluşur. Bu ilişki sadece teknoloji, kurumların biçimsel boyutları vb. maddî olgular olarak ortaya çıkmaz aynı zamanda maddî-olmayan unsurlarda da somutlaşır. Bunların içinde bilgi kavramı özel bir yer kaplar. Bilgi, çok basit olarak bilen özneyle bilinen nesne arasındaki ilişki olarak tanımlanabilir. Her ne kadar bu ilişki çağlar boyunca aynı kalsa da unsurları farklı dönemlerde farklı şekillerde açıklanmıştır. Bilginin ne olduğuna dair tartışmalar, felsefenin temel konularından biridir. Bilginin niteliği üzerine düşünme alanına epistemoloji adı verilmektedir. Bilginin toplumsal üretim, edinim, kullanım ve anlamları üzerine yapılan tartışmalar ise bilgi sosyolojisi disiplininin alanını oluşturmaktadır.

DİKKAT: Bilgi, çok basit olarak bilen özneyle bilinen nesne arasındaki ilişki olarak tanımlanabilir

Bilgi üzerine en eski felsefi tartışmaları, Eski Yunan uygarlığında Sofistler’in yapmış oldukları bilinmektedir. Onlara göre, bilgi aranıp bulunacak bir hakikat olmaktan ziyade, insanın aklı ve gündelik pratikleri sayesinde oluşan, bir anlamda inşa edilen bir olgudur. Sofistler’in bu bilgi anlayışı, onların varlık kavramını algılayışlarıyla yakından ilgilidir: Sofistler’e göre, başta kendisininki olmak üzere, insanın varlığı açıklayışı, aklının ürünü olan bilgiden yola çıkılarak yapılabilir. (Uslu, 2009: 76-77) İlginç bir şekilde, Sofistler’in bilgi ve varlık arasında kurdukları ilişki, çağdaş felsefenin temel ön kabulleriyle benzerlik göstermektedir. Böyle bir bakış açısı, doğal olarak bilginin göreliliğini, öznellikten geçerek oluşan bir olgu olduğunu vurgular. Ancak bilginin öznelliği üzerine kurulu bu yaklaşım, yine Eski Yunan’ın, daha sonraki çağları da derinden etkileyen düşünürü Platon’dan itibaren, yerini, özsel, mutlak ve evrensel bilgi kavramına terk edecektir. Platon, bilgiyi zaten doğada var olan, insan aklının keşfettiği ya da hatırladığı bir olgu olarak görmüştür. Bu görüş, bilginin, bireyi aşan, nesnel bir gerçekliğin parçası olarak algılanması anlamına geliyordu. Farklı biçimlerde yeniden tanımlansa da bu mutlak bilgi anlayışı çağlar boyunca egemenliğini sürdürmüştür.

Günümüz modern dünyasının düşünsel temellerini oluşturan Aydınlanma Felsefesi de bu tür bir bilgi anlayışına sahiptir. Modernliğin kurucu düşünürü olarak tanımlayabileceğimiz René Descartes (1596-1650) bilgiyi, akıl sahibi varlık olan insanla doğayı bir karşıtlık içinde düşünerek özne-nesne ilişkisi bağlamında kavramsallaştırmıştır (Özlem, 2008: 81). Modernliğin temel bir diğer düşünürü olan Immanuel Kant (1724-1804) ise insanı bilen özne olarak kabul etmiş ancak onu mutlak bir bilme durumu içinde, tarihsel ve kültürel bütünlüğünden sıyırarak soyutlamıştır. Bununla birlikte, bu egemen bilgi-varlık ilişkisi yaklaşımına, görece erken bir dönemde, İtalyan düşünürü Giambattista Vico (1668-1744), doğanın bilgimizin nesnesi olamayacağına dair önermesiyle karşı çıkmıştır. Bunun nedeni basittir: İnsan doğanın varoluş koşul ve nedenlerini gerçek anlamda bilemez. Bu nedenle, insan sadece kendi pratiklerinden doğan bilgiyi edinebilir. Sosyoloji biliminin doğuşu ve gelişmesiyle birlikte bilginin toplumsallığına ağırlık veren çeşitli yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.

Ancak özne-nesne karşıtlığına ilişkin yaklaşımı daha köktenci bir şekilde eleştiren düşünür Alman filozofu Wilhelm Dilthey (1833-1911) olmuştur. Dilthey, modern felsefenin, tarihten soyutlanmış bilen özne kavramına şiddetle karşı çıkar. Ona göre, bilgiye ulaşmak için sadece akıl yeterli değildir. İnsan aklının yardımıyla, ama tarihselliği, gündelik yaşam içindeki üretimi, kısaca varlığının bütünselliği içinde bilgiyi kurar. Özellikle Alman Tarihçi Okulu insanın, tarihinden ve kültüründen ayrı değerlendirilemeyeceğini, bilginin sadece doğa bilimleri ve onlara özgü yöntemlerle üretilemeyeceğini savunur. Bu nedenle, bilginin üretiminde doğa bilimleri kadar tin bilimlerinin (Geisteswissenschaften) de aynı önemde payı vardır.

BİLGİ: Alman Tarihçi Okulu
İnsan ve topluma dair olguların açıklanmasının soyut kavramlarla yapılamayacağını, tarihsel ve kültürel bağlamda değerlendirerek bütünlük içinde anlaşılacağını savunan, Almanya’da 19.yy içinde gelişen felsefe ve tarih yaklaşımı.

Her ne kadar köklü eleştirileri yapılmış da olsa doğa bilimlerinin ürettiği, nesnel ve evrensel olduğu varsayılan bilgi türünün en değerli bilme biçimi olduğu günümüzde yaygınlıkla kabul edilmektedir. Oysa çağdaş felsefe ve sosyal bilimlerdeki eleştirel yaklaşımlar, bilginin tek, nesnel, evrensel ve mutlak olmadığını göstermektedirler. Bu bağlamda, farklı bilgi türleri olduğunu, toplumsal gerçekliğin farklı bilgi türleriyle örülen çok katmanlı bir yapı arz ettiğini ifade edebiliriz. Birbirinden farklı tarihsel, coğrafi, kültürel koşullarda oluşmuş bilgi türlerinin, bir değerlilik sıralamasına tabi tutulamayacağı, bir bilgi hiyerarşisi kurulmayacağı fikri, artık yaygınlıkla kabul gören bir yaklaşımdır. Bilgileri kültür köklerine göre ayrımlaştırmak (örneğin, Uganda’daki yerel bir cemaatin kültürünün karşısına, ondan daha üstün olduğunu varsaydığımız New York’taki kent yaşamını yerleştirmek) yerine, bunların farklı türde deneyimlerin sonucu ortaya çıktıklarını kabul etmek daha doğru olacaktır. Bilgiyi sınıflandırmak ancak onun karşılık geldiği gerçeklik düzeyleriyle ilişkisi kurularak yapılabilir. Diğer bir deyişle kültürler arasından üstünlük cetveli oluşturulamaz. Bunun yerine, bilginin insanın dünyayı anlamlandırmasında oynadığı işlevsel role göre dış gerçeklikten (görünen olguların dünyası, biçimler, kurumlar, gündelik yaşamın yapıp etme bilgileri) en derindeki gerçeklik katmanlarına uzanan (dünyaya anlam veren temel bilgi kategorileri, inanç, sezgi, imgelem vb.) bir sıralaması yapılabilir.

Farklı bilgi biçimleri sadece insanın doğayla kurduğu ilişkinin sonuçları değil, aynı zamanda farklı toplumsal örgütlenmelerin gerektirici koşullarıdır. Bilgi, bu bağlamda bireyin anlam dünyasının tekilliğinden toplumsal yaşamı mümkün kılan kolektif anlam birimlerinin kurulmasına uzanan bir çoğulluk içinde kültürün kurucu unsuru hâline gelir.

SİMGELERİN KAYNAĞI OLARAK KÜLTÜR

Kültür kavramının varoluş koşullarından birisi, sürekli olarak iletişime konu olmasıdır. Zira insanın doğayı dönüştürerek ürettiği nesneler ve simgeler, ancak insanlar arasında sürekli bir gösterge ve kod alış-verişi olduğu sürece var olabilirler. Bu sürekli simge alış-verişine iletişim adını veriyoruz. İletişimin çeşitli biçimleri ve araçları vardır. Ancak bu çeşitliliğe rağmen, her tür iletişim göstergelerin dolaşımını mümkün kılar. İster karşımızdaki kişiye basit bir göz kırpma hareketi yapalım ister dumanla ya da elektrik sinyalleriyle kodlar gönderelim ister televizyon gibi kitlesel özelliği olan bir araçla milyonlarca insan hitap edelim, özde aynı gösterge alış-verişi aracılığıyla anlam aktarmaya çalışırız. Göstergeler kendilerinden başka bir şeye gönderme yapan eylem, nesne, kavram ve yapılar olarak tanımlanabilirler. İnsanın her eylemi, kültür üretmeye yönelik olduğu için toplumsal gerçekliğin tamamı çeşitli tipte göstergelerle doludur. Hatta her şey göstergedir diyebiliriz. Kavrama sosyal bilimlerde farklı yaklaşımlar geliştirilmiş olsa da, gösterge, en çok göstergebilim yorumu içinde ele alınır. Göstergebilim, anlam taşıyıcısı göstergeler ve bunların nasıl düzenleneceğine dair kurallar anlamına gelen kodları çözümlemeyi ve sistemleştirmeyi hedefler.

DİKKAT: Göstergeler kendilerinden başka bir şeye gönderme yapan eylem, nesne, kavram ve yapılar olarak tanımlanabilirler.

Toplumsal gerçekliğin, bir metin gibi okunabilir göstergelerden oluştuğunu varsayan göstergebilim, sosyolojiden önce dilbilimde ortaya çıkmıştır. Dilin bir kodlar ve göstergeler sistemi olduğunu, okuyucuya göre değişen anlamlar taşıdığını, bununla birlikte belli toplumsal kabuller üzerinde inşa edildiğini ilk kez İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure (1857-1913) öne sürmüştür. Saussure, göstergenin gösteren ve gösterilen olarak iki boyutu olduğundan bahsetmiştir. (Saussure, 1995: 158) Göstergeyle karşılaştığımızda, örneğin bir film afişinde tırpan nesnesinin resmini gördüğümüzde, önce onun yüzeyde ya da ilk anda algıladığımız anlamını düşünürüz (bir tarım aleti olarak tırpan). Ancak o göstergenin gerçek anlamlandırması onun içinde bulunduğu gerçeklik bağlamıyla yakından ilişkilidir. Bağlamsal ögeleri dikkate aldığımızda, gösterge bizim öznelliğimizde özel ve ilk bakışta fark edemediğimiz bir anlam kazanmaya başlar: Üzerinden kan damlayan tırpan, karanlık bir fonda, ürkütücü bir şatonun önünde kime ait olduğu belli olmayan bir el tarafından tutuluyorsa bunun bir korku filminin göstergesi olduğunu anlarız.

Ayrıca tırpan nesnesi, birçok kültürde ortak olarak ölümün simgesel anlatımı olan Azrail’in vazgeçilmez gerecidir. Simgesel anlatım soyutlaştıkça, göstergenin anlamı da çoğullaşacak, gönderme yapma gücü artacaktır. Örneğin, filmin tamamını seyrettikten sonra bir seyircinin, sadece tırpan nesnesini tekrar görmesi, onda bütün filmin içeriğini, onun uyandırdığı duyguları yeniden çağrıştırabilecektir. Hatta bu teknik birçok yönetmen tarafından uygulanan bir anlatım biçimidir: Filmin son sahnesinde, başka herhangi bir tamamlayıcı bağlamsal ögeye gereksinim duyulmadan sadece tırpanın gösterilmesinin yarattığı etki, onun güçlü gösterge etkisinde gizlidir.

Resim 1.4 Üzerinden kan damlayan tırpan, karanlık bir fonda, kime ait olduğu belli olmayan bir el tarafından tutuluyorsa, bunun bir korku filminin göstergesi olduğunu anlarız.

 

Resim 1. 5 Tırpan, aynı zamanda, birçok kültürde ortak olarak ölümün simgesel anlatımı olan Azrail’in vazgeçilmez gerecidir!

20.yy’da Fransız edebiyat eleştirmeni, kültür kuramcısı Roland Barthes (1915-1980), Saussure’ün izinden giderek, çağdaş göstergebilimin temel kavramlarını ortaya atmıştır. Barthes’a göre göstergenin anlamlandırılması iki düzeyde gerçekleşir: Her metin (nesne, kavram, imge, söylem de birer metin olarak kabul edilebilir) yüzeyde herkesçe üzerinde uzlaşılabilir bir düz anlam , bir de bağlamına göre değişerek okurun (göstergeyi çözümleyen her özne bir okur olarak kabul edilebilir) anlam dünyasına örtük bir şekilde ulaşan yan anlam dan oluşur. Her türlü metin bir yananlam içerebilir çünkü önemli olan onun kendisinde mevcut olan anlam değil (böyle bir mutlak anlam yoktur), okurda yaptığı çağrışımdır. Böylece metin bir kendisini bir de simgesel düzeyde anlatmak istediklerini içerir. Bu ikinci düzey, sonsuz sayıda okumaya açıktır. Bazı metinler özellikle böyle bir anlam taşıması için insanlar arası iletişime konu olurlar. Her türlü ima, gönderme, kinaye, dolaylı anlatım, eğretileme vb. bu tür metinlerin temelini oluşturur. Dîvan şairi Nedîm’in ünlü “içinde” redifli gazelinde, insanlar arası simge alış-verişinde ne denli özel göstergeler kullanılabileceğini ya da gündelik dilde herkes için sıradan olan bir sözcüğün, özel bir bağlamda iki kişi arasında nasıl özel bir yan anlam kazanabileceğini gösteren beyiti anabiliriz: “Bir söz dedi cânan ki kerâmet var içinde/ Dün gîceye dair işâret var içinde.” [Sevgili, içinde keramet bulunan bir söz dedi (söyledi) (ve) o sözde dün geceye (sevgili ile benim aramda geçen gece) dair izler, işaretler, ipuçları vardı.]

Barthes, yan anlamların inşasında toplumsal olarak üzerinde uzlaşılmış bazı kodların önemli olduğunu belirtir. Bu kodlar, bir kültürde gerçekliğin anlamlandırılmasında bir çeşit açıklama paketi olan mit ya da mitoslar aracılığıyla işlerlik kazanırlar.

BİLGİ: Mit
İnsan ya da doğa olaylarını açıklamak amacıyla doğaüstü varlıkların olağanüstü eylemlerini efsane biçiminde anlatan ve kuşaktan kuşağa geçen anlatı. Barthes’a göre mit, baskın sınıfın ideolojik amaçlarına hizmit eden karmaşık ve iyi biçimlenmiş bildirişim dizgebidir.

Diğer bir deyişle, göstergeler mitlere gönderme yaparak toplumsal gerçekliğin kurulması ve anlam üretmesini sağlarlar. Her kültürün, varlığı, evreni, olguların ve nesnelerin düzenini açıklamak için geliştirdiği açıklama şemaları vardır. Mitoslar, bu bağlamda dünyaya anlam vermeye yarayan, bireyin onunla kurduğu ilişkinin niteliğini belirleyen, göstergelerle dolu kod sistemleridir. Aynı kültürel mantıktan türemiş mitoslar, o toplumun belleğinde ve gündelik yaşam pratiğinde yönlendirici bir sistematik olarak genel bir mitoloji ya da mitologya oluştururlar.

Barthes, o güne kadar antropolojide eski ya da “ilkel” olarak adlandırılan basit üretim ilişkilerine sahip toplumlara atfedilen mitoloji kavramını, bu tanımından kurtarmış çağdaş toplumların da aslında benzer açıklama şemaları kullandıklarını göstermiştir. Çağdaş Söylenler (Mythologies) başlıklı kitabında Barthes, mitos kavramının modern toplumda aldığı biçimleri tartışmakta ve 1950’lerin dünyasının güncel örnekleriyle bu savını desteklemektedir. Barthes’a göre popüler kültür, medya söylemi, reklâmlar, gündelik yaşam nesneleri gibi unsurlar çağdaş mitosların (söylenler) üretildiği alanlardır. Mitos, gizleyerek değil biçimi değiştirerek etkili olur (Barthes, 1970: 207). Bu nedenle gösteren-gösterilen ilişkisi en etkili şekilde mitoslardan yararlanarak kurulur. Kültürün simge üretme işlevi, önemli ölçüde mitoslar ve bunların anlamlandırılmada kullanılmaları üzerinden gerçekleşir.

Sanat ve Toplum

Sanat eseri, belli bir tarihsel dönemde, belli toplumsal koşullarda, bir anlamda bunların simgesel özeti sayılabilecek bir estetik bağlam inşa eder. Her sanat eseri, kendi çağının ve içinde üretildiği toplumun özellikleri hakkında bize fikir verir. Bununla birlikte, her sanat eseri ya da etkinliği kendi toplumsal bağlamında bile tek bir anlam taşımaz. Tersine, her sanat eseri o toplumda yaşayan her birey için ayrı bir anlam taşıyabilecek kadar çoğul anlama gelebilir. Ayrıca, bir insanın çeşitli zaman ve durumlardaki ruh hâllerine göre, sanat eseri alılmaması da değişkenlik gösterebilir. Sıklıkla kamusal ortamlarda duyduğumuz, bizim de dinlemekten hoşlandığımız bir popüler müzik şarkısı, birçok benzerinden bizim için farksızken, bir gün, bizde duygusal bir yıkıma yol açan bir olayla (sevgilimizin bizi terk etmesi, bir yakınımızın ölümü, toplumsal bir felaket, vb.) özdeş hâle gelebilir. Kuşkusuz, aynı şekilde olumlu ve mutluluk verici olaylar da o güne kadar bizim gözümüzde sıradan olan şarkının çok özel bir anlam kazanmasına neden olacaktır.

BİLGİ: Daha ayrıntılı bilgi için Roland Barthes’in Çağdaş Söylenler (Çev.: Tahsin Yücel, İstanbul: Metis Yayınları.2011) kitabına bakabilirsiniz.

Bununla birlikte, sanat eserine atfedilen kolektif anlamlar da vardır (örneğin, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında “Memleketim” şarkısının geniş bir beğeniyle toplumsal bir gösterge olarak benimsenmesi). Kolektif olarak üzerinde uzlaşılan sanat eserlerinde bile, her birey kendi deneyim, kültür birikimi ve tarihselliği bağlamında özel anlamlar bulabilir. Böylece sanat eserinin estetik ve anlamsal açılımlarının yüzeysel olarak göründüğünden ya da sanıldığından çok daha fazla olabileceğini iddia edebiliriz. Bütün bu anlam çoğulluğunun dışında, sanat eserini tasarlayan ve üreten kişi ya da kişilerin (sanatçı) sanat eserine katmak istedikleri bir anlam bağlamı da vardır. Biz bir seyirci, dinleyici, okuyucu, vb. olarak sanatçının niyetini anlamaya çalışmakla birlikte, aslında ilişkilendirdiğimiz estetik ifadenin bizim zihnimizde ve o an edindiği özel anlam ya da anlamlar üzerinden sanat eserini anlamaya çalışırız. Sonuçta, sanat eseri, görüldüğü gibi her zaman çoğul anlama sahiptir. Birçok kez, ister istemez, sanat eseri karşısında sanatçının ona yüklediği anlamı çözmeye çalışırız. Bu nedenle, bir sanat eseri karşısında sıklıkla “sanatçı burada ne demek istemiş?” sorusunu kendimize ya da o eseri birlikte seyrettiğimiz, okuduğumuz, dinlediğimiz, vb. başka insanlarla paylaşırız. Ancak bu sadece ikincil bir sorudur; önemli olan sanatı alımlayan öznenin o eserde ve belli bir anda ona atfettiği anlamlardır. Çağdaş sanat, önemli ölçüde bu anlam çoğulluğu ve değişkenliği üzerine kurulan bir estetik bağlamı oluşturmaya çalışır. Kimi eserler, alımlayanı etkin bir şekilde estetik bağlama dâhil, hatta kimi zaman müdahil olmaya davet ederler. Çağdaş müzik bestecisi John Cage’in (1912-1992) icracıya büyük özgürlük tanıyan müzikleri bu yaklaşıma örnek olarak verilebilir.

Resim 1.6 Sanat eserine atfedebildiğimiz anlamların çoğulluğu ve derinliği, bizim kültür alanındaki sermayemizin genişliğini gösterir.

Sanat eserinin alımlanmasında en önemli kavramlardan bir tanesi Fransız toplumbilimci Pierre Bourdieu’nün (1930-2002) ortaya attığı kültür sermayesidir. Buna göre, toplumsal eylem sadece ekonomik sermayenin belirlediği hiyerarşilere göre yapılanmaz; aynı zamanda kişilerin kültür birikimi ve bunu toplumsal konumlarının gereklerine uygun olarak en iyi şekilde seferber edebilme becerisi de önemlidir. Hatta Bourdieu’ye göre, kültüre sermayesi olarak adlandırılan bu edinim ve beceriler toplamı, kimi zaman ekonomik sermayeden bile belirleyici hâle gelebilir. Zira toplum, sürekli yeniden yapılanan alanlardan oluşur. Bireyin alanlar içinde biçimlenen hükmetme stratejileri, daima kültür üzerinden gerçekleşecektir. Diğer bir deyişle kültür birikim, bilgi ve edinimlerimizi sergilemek, aynı zamanda diğer insanlar üzerinde bir iktidar kurmak anlamına gelecektir. Böylece toplum, kültür üzerinden sürekli yeniden yapılanan bir olgu olarak kavramsallaştırılabilir. Sanat, bu kültür üzerinden hükmetme stratejilerinin kuruluşunda her zaman merkezî bir rol oynar (Bourdieu, 1979:198-99) Sanat eserine atfedebildiğimiz anlamların çoğulluğu ve derinliği, bizim kültür alanındaki sermayemizin genişliğini gösterir. O nedenle sanatın üretimi kadar alımlanması ve toplumsal olarak kullanılması da iktidar olgusuyla yakından ilişkilidir.

DİKKAT: Toplumsal eylem sadece ekonomik sermayenin belirlediği hiyerarşilere göre yapılanmaz; aynı zamanda kişilerin kültür birikimi ve bunu toplumsal konumlarının gereklerine uygun olarak en iyi şekilde seferber edebilme becerisi de önemlidir.

KÜRESELLEŞME VE KÜLTÜR

Küreselleşme, öncelikle ekonomik temelli bir olgu olarak ele alınmalıdır. Böylece bu ekonomik dönüşümün kültürel, toplumsal ve siyasal etkileri daha iyi çözümlenebilir. Küreselleşme kavramının vurguladığı küresel düzen, her ne kadar tarihsel olarak eskilere dayanıyor gibi görünse de küreselleşme ile 16. yy’dan itibaren süregelen denizaşırı bir ticaret sistemi olan dünya ekonomisi arasında fark vardır. Küresel ekonomiyi, dünya ekonomisinden ayıran şey, iletişim ve ulaştırma teknolojilerinin gelişmesiyle parça başına üretimin dünya ölçeğinde yapılıyor olmasıdır (Castells, 1996: 92). Aynı zamanda bizim için yeni olan, küreselliğin, bugün içinde yaşadığımız dünyayı tanımlama çabasında başlıca toplumsal olgulardan birisi olmasıdır. Bugünkü anlamıyla kürselleşme olgusunun ortaya çıkışı, sanayi kapitalizminden sanayi sonrası kapitalizme geçiş döneminde, fordist üretim biçiminin 1973 petrol krizi ile yerini daha akışkan neo-liberal ekonomik politikalara bırakması ile gerçekleşmiştir.

Kültürü ekonomiyle ve dünyadaki ekonomik dönüşümle ilgili en iyi açıklayan kavramlardan birisi olan kültür endüstrisi kavramı, 20. yy’ın ilk yarısında Frankfurt Okulu düşünürlerinden Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno tarafından Marksist altyapı-üstyapı ilişkilerine referansla kavramsallaştırılmış bir olgudur. Kavram, geniş anlamıyla kültür ürünlerinin endüstrileşmesi, yani ekonomik kârlılık esasıyla yaratılması, sanayileşme ile birlikte kültür ve sanat ürünlerinin metalaşması olgusunun altını çizer. Kültür endüstrisinin ürünleri, ister müzik, resim ister tiyatro veya edebiyat olsun, her biri aynı sistemin ürünleridirler; bireye aynı mesajı iletirler. Bu açıdan bakıldığında kültür endüstrisi, ortak bir kültür yaratan bütünleşik bir sistemdir. Dolayısıyla popüler kültür, o toplumda yaşayan bireylerin oluşturduğu ortak bir yapma/bilme düzleminin ifadesi olmaktan çok, bizzat kültür endüstrisi tarafından işlenen bir kültürel ürünler bütünü olarak görülebilir. Popüler kültür ürünleri, teknoloji yardımıyla geniş kitlelere ulaşması amaçlanan ürünlerdir çünkü bir ürünün geniş kitlelere ulaşması demek, söz konusu geniş kitle tarafından satın alınması demektir.

Mcdonaldslaştırma

Küreselleşme aynı zamanda standartlaşmış kültür ürünlerinin dünya ölçeğinde yaygınlaşmasına ve bu sayede ortak bir yeme-içme, giyinme, eğlenme, kısacası ortak bir beğeninin oluşmasına zemin hazırlar. Bu da belirli markaların dünyanın her yerinde bir beğeni ölçütü olarak tüketilmesi olgusunu beraberinde getirir. Bu olguya en iyi örnek, tüketim yazınında da kavramsallaştırılmış olan McDonald’s zincir restoranlarıdır. George Ritzer’in Mcdonaldslaştırma (Ritzer, 2001: 198-218) dediği bu olgu, dünyanın hemen hemen her yerinde var olan bu restoranın, yeme içme beğenileri dışında da tüm kültürel pratikleri de standartlaştırması anlamına gelir. Bu durumun diğer örneklerini jeans, t-shirt, kola gibi kültürel ürünlerin dünyanın her yerine hatta kasaba ve köylere kadar yayılması oluşturur.

 

 

Mükellef ve Davranışları

Mükellef, ergenlik çağına gelen ve akıl sağlığı yerinde olan; dinin belirlediği hükümlerle sorumlu tutulan kişi demektir. Dinen mükellef (yükümlü) olan kişinin, yapmak ve yapmamakla sorumlu tutulduğu işlere ise ef’al-i mükellefin( mükellefin iş ve davranışları) denir.

Mükellefin iş ve davranışları Hanefi mezhebinin tasnifine göre aşağıdaki sekiz sınıftan birine girer:

  1. Farz : Yapılması dinimiz tarafından kesin bir şekilde emredilen davranıştır. Örneğin beş vakit namaz kılmak, ramazan ayında oruç tutmak. Farz yerine getirilmediğinde, kişi günah işlemiş olur.
  2. Vacip : Farz kadar açık ve kesin bir delile dayanmamakla beraber dinimiz tarafından bağlayıcı bir şekilde emredilen davranıştır. Örneğin kurban kesmek, fıtır sadakası vermek, bayram namazlarını kılmak. Şafii mezhebine göre vitir ve bayram namazları sünnettir.
  3. Sünnet : Hz. Peygamber’in farz ve vacip dışında, yaptığı ve yapılmasını tavsiye ettiği, örnek alınma özelliği taşıyan davranıştır. Örneğin beş vakit namazın sünnetlerini kılmak, abdest alırken ağzı yıkamak.
  4. MüstehapHz. Peygamber’in ara sıra yaptığı ve yapılması dinimiz tarafından hoş ve güzel karşılanan davranıştır. Örneğin beş vakit namazın sünnetleri dışında nafile namaz kılmak, nafile oruç tutmak.
  5. Mubah : Mükellefin yapıp yapmamakta dinimiz tarafından serbest bırakıldığı davranıştır. Helal ve caiz kelimeleri de mubah ile aynı anlamı ifade eder. Hakkında dini bir yasak bulunmayan bütün dünya nimetleri genel olarak muhabtır. Örneğin yemek, içmek, gezmek.
  6. Haram : Yapılması dinimizce kesin bir şekilde yasaklanan davranıştır. Örneğin içki içmek, kumar oynamak, faiz alıp vermek. Haramı işleyen kişi günahkar sayılır.
  7. MekruhHaram olmamakla beraber yapılması dinimizce hoş karşılanmayan davranıştır. Örneğin topluluk içine çıkmadan önce soğan ve sarımsak gibi kokusu rahatsız edici yiyecekler yemek, abdest alırken gereğinden çok su kullanmak.
  8. MüfsitYapılmakta olan bir ibadeti bozup onu geçerli olmaktan çıkaran eksiklik ya da yanlış davranıştır. Örneğin oruçlu iken yemek, içmek; namazda konuşmak.

Şafii mezhebinin ef’al mükellef’in tasnifi ise şöyledir:

  1. Farz : Kaynaklarda zaman zaman vacip olarak da ifade edilmektedir.Vacip, Şafii mezhebine göre farz anlamındadır. Vacip ile farz arasında -hac konusu hariç- hiçbir fark yoktur.
  2. Sünnet : Mendup veya müstehap olarak da ifade edilmektedir.
  3. Mubah
  4. Mekruh
  5. Haram

BAŞLICA İBADETLERİMİZ

Hayatın tamamına yayılmış bu ibadet anlayışından başka, zamanı, yeri yapılış tarzı ve miktarı dinimizce belirlenmiş özel birtakım ibadetlerde vardır. İbadetleri, yapılma şekli  yönünden kendi içinde üç gruba ayırabiliriz :

  • Bedenle yapılanlar (namaz,oruç )
  • Malla yapılanlar (zekat,kurban)
  • Hem beden hem de malla yapılanlar (hac, umre)

NAMAZ

İslam’ın kelime-i şehadetten sonra en önemli esası namazdır. Namaz Hz. Peygamber’in  de buyurduğu gibi Allah’a inanan kişinin mi’racıdır. Yani manevi olarak Rabbine yükselmesidir. Namaz kılan bir mümin, ruhunu ve gönlünü Allah’a açar, O’ndan rahmet ve bereket diler, O’na olan derin saygısını ifade etmiş olur, O’nun yüceliği karşısında kendi acizliğini itiraf edip boyun eğdiğini gösterir. Namaz, kelime-i şehadetin davranışa dönüşmüş halidir.Gönüllere ferahlık veren, ruhu huzura kavuşturan, benliği aydınlatan bir kandildir.

Namaz, akıllı ve ergenlik çağına gelmiş her müslümanın yerine getirmek zorunda olduğu, belirli şartları, vakitleri ve şekilleri olan farz bir ibadettir. Herhangi bir mazeret sebebiyle namazı terketmek mümkün  değildir. Hatta su bulunmadığında teyemmüm yaparak, hasta olunduğunda oturarak ya da yatarak namaz kılınması emredilmiştir. Namazın vaktinde kılınması Allah’ın en sevdiği davranışlar arasındadır.

ORUÇ

Ramazan ayı boyunca oruç tutmak İslam’ın beş şartından biridir. Akli melekleri yerinde olan ve ergenlik çağına gelmiş her Müslümanın ramazan ayında oruç tutması farzdır. Oruç tutmak, tan yerinin ağarmasından gün batımına kadar Allah rızası için ibadet maksadıyla hiçbir şey yememek, içmemek ve cinsel ilişkide bulunmamaktır.

Rejim yapmak, sağlıklı olmak gibi sebeplerden dolayı aç kalmak oruç sayılmaz. Zira oruç bir ibadettir. Bundan dolayı da bu bilinç ve amaçla gerçekleştirilmesi gerekir.

Allah rızası için tutulan oruç, beraberinde birçok bireysel ve toplumsal fayda da getirerek her sene ramazan ayında Müslümanların misafiri olur. Cemaatle kılınan teravih namazları, birlikte yapılan iftarlar  Müslümanların birlik ve beraberlik duygusunu güçlendirir. Uykunun en derin anında kalkıp Allah’ı anarak yenilen sahur yemekleri, gün boyu nefsani birçok arzunun ertelenmesi, ağzın sadece yiyecek içeceğe değil, yalana,dedikoduya, her türlü harama kapalı tutulmaya çalışması müminin kendisini  Allah’a daha yakın hissetmesini sağlar. Böylece oruç Müslümanların hayatına rahmet ve bereket getirir.

ZEKAT

Zekat, İslam dinin beş esasından biridir. Sahip olunan mallardan dinimizce belirlenmiş bir miktarının, Kur’an-ı Kerim’de belirtilen kimselere, şartlarına uygun olarak Allah rızası için ödenmesi demektir. Zekat vermek, gerekli şartları taşıyanlara farzdır. Kimin, kime, hangi maldan, ne kadar zekat vermesi gerektiği ile ilgili olarak dinimizce belirtilmiş ölçüler bulunmaktadır. Bunlar ilgili ünitede ayrıntılarıyla ele alınmaktadır.

Zekat, Kur’an’da pek çok yerde namazla birlikte anılmıştır. Bu da zekatın, Müslümanın hayatında dinin direği sayılan namaz kadar önemli olduğuna işaret eder.

Zekat sayesinde Müslüman, elindeki varlıkların aslında kendisine ait olmadığını, hepsinin Allah’ın emaneti olduğunu hatırlar. Onun verdiklerini Onun kulları için harcama bilinci kazanır.Bu bilinç onun sadece malı mülkü konusunda değil, sahip olduğu bütün nimetler için şükreden ve şükrün gereğini yerine getiren bir kul olmasını sağlar.

HAC

İslam dinin beş esasından biri olan hac, Kabe’yi ve etrafındaki kutsal mekanları, yılın belirli zamanında, usulüne uygun olarak ziyaret etmek anlamına gelir. Gerekli şartları taşıyan her müslümanın ömründe bir defa haccetmesi farzdır.

Hac, Allah’ın evinde Allah’a inanan diğer müminlerle buluşma anıdır. Hac, kendinin ve ait olduğu ümmeti tanımaktadır. İçinde bulunan mekanla, yerine getirilen vazifelerle hac, Allah sevgisinin ve ibadet çoşkusunun en yoğun yaşandığı zamandır. Taze bir başlangıç, daha sonrasında bütün hayata yansıması beklenen bir arınmadır.

 

İBADETLER BİZE NE KAZANDIRIR?

Allah’severek O’na yönelen insan, bu sevgisinin sonucu olarak ibadet eder. Aslında ibadetin tek bir gayesi vardır : Allah’ın rızasını kazanmak.İbadetler sadece bu amacı yerine getirmek için yapılmakla beraber hem kişiye hem de topluma birtakım faydalar sağlar.

İbadet ;

  • İnsanın Allah ile ilişkisini güçlendirir.
  • İnsanın hayatına anlam katar.
  • İç huzuru  sağlar.
  • Dengeli ve huzurlu bir yaşama biçimi oluşturur.
  • İnsanı manevi yönden tedavi eder.
  • İnsanın manevi ve ruhi dünyasını geliştirir.
  • İnsanı yüksek ahlaki duygu ve tutumlara yöneltir.
  • İnsana güzel alışkanlıklar kazandırır.
  • İnsana sabrı ve diğerkamlığı öğretir.
  • İnsana uyumlu kişilik özellikleri kazandırır.
  • İnsanda güven duygusunu geliştirir.
  • İnsanda sorumluluk bilincini geliştirir.
  • İnsanı kötülüklerden alıkoyar.
  • Bireyin toplumsallaşmasına katkı sağlar.
  • Toplumsal kaynaşmaya katkıda bulunur.
  • Toplumda yardımlaşmayı teşvik eder.

Allah’ı seven insan, her davranışında güzel hareket  etmenin ve kötülüklerden uzak durmanın yollarını  arar. Allah  ve resulünün  gösterdiği şekilde yaşamaya çalışır. Allah’a yönelen, Onun ölçülerini hayatında uygulamaya çalışan kul ile Rabbi arasındaki bağ güçlenir. Mesela namaz kılan bir insan, sürekli Allah’ın huzurunda olduğunu günde beş kere kendine hatırlatmış, Rabbini  unutmadığını ortaya koymuş olur. Rabbiyle arasında oluşan bağ sayesinde güven ve huzur duyar.

Yüce Allah’ın kendisini gördüğünü, ihtiyaçlarından ve sıkıntılarından haberdar olduğunu, kendisine değer verdiğini bilir ve hisseder. Sıkıntı ve zorluklarla karşılaştığında, bu sayede metanetini yitirmez. Bunun Allah’tan gelen bir sınav olduğunu bilir ve sabreder.

İbadet, kişinin kendisini ve bu dünyadaki konumunu tanımasını sağlar, insanı yeteneklerinin gelişmesine katkıda bulunur.

İbadetle iç ve dış dünyasını huzursuz eden birtakım kirlerden arınan insan, bu sayede insanı olgunluğa erişir. Kötülüklerden uzak bir yaşam sürer. Bir gün Allah’ın huzuruna çıkarak dünyada yaptığı her şeyin hesabını orada vereceğinin bilinciyle hareket etmesi, kişinin ölçülü olmasını her işinde dürüst davranmasını sağlar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de namazın insanı kötülüklerden alıkoyduğu belirtilir, orucun ise kişiyi takvaya ulaştıracağı anlatılır.

İbadetlerini gerçek anlamda yerine getirebilen ve ibadetin gerektiği bilinci yakalayabilen insanlar, çevrelerine de güven verirler. “Emin” bir insan olurlar. Böylece ibadet bilinci gelişmiş toplumlarda huzur ve güven duygusu hakim olur.

Beş vakit namazında Müslüman kardeşleriyle omuz omuza saf tutan, ramazan ayında yokluk çekenlerle aynı şartları yaşayan, hacda dünyanın farklı yerlerinden gelen diğer Müslümanlarla tanışıp aynı ortamlarda bulunan, zekat ve sadaka gibi mali ibadetlerini yerine getirirken ihtiyaç sahibi peşinde koşan bir Müslüman, hiç şüphesiz diğer insanları düşünme ve onlara yardım eli uzatma bilinci kazanır. İbadetler  vasıtasıyla gerçekleşen sosyal yardımlaşma ve dayanışma, Allah sevgisini üstün tutmanın bir ifadesidir. Allah’ı seven, Onunla ilgisi olan her şeyi, bütün yaratıkları sever ve onlarla ilgilenir.

Bir mümin duyarlılığıyla hareket eden kişi, bütün bunların sonucunda,

Allah’ın kendisini dost edindiği bir kul olur.

 

İBADET NEDİR ?

Bir müslüman hayatın her anında Allah’ın kendisini gördüğü, hep yanında olduğu bilinci ile yaşamalıdır. Yalnızken, evde, okulda, sokakta, alışverişte, oyunda, çalışma anında, öfkede, sevgide, şefkatte, kısacası her zaman her yerde … İslam’da ruh terbiyesi tam da bu anlayışla bağlantılıdır. Müminin niyeti sadık, yolu ve gayesi de sahih olursa bütün hayatı ibadete dönüşür.

Allah için namaz kılmak ibadet olduğu gibi birisine güler yüz göstermek, ihtiyacı olan insanlara yardım etmek, iyiliği özendirmek, kötülüğe engel olmak, selam vermek, bir hayvanı doyurup ona su vermek, hatta yoldaki zarar verebilecek bir taşı kenara atıvermek de ibadettir. İnsanlar ve bütün varlıklar için yararlı olan her iş, Allah’ı hoşnut eder. İnsan, her organını yaratılış gayesine uygun olarak kullanıp Allah’ın haram kıldıklarından uzaklaşarak bütün vücudunu tepeden tırnağa ibadetle donatmış olur. Kişi, Allah’ı hoşnut etme niyetini taşıdığı sürece ibadet, bütün hayatı içine alır, kişinin her yaptığı ibadet haline gelir.

Kısaca ibadet;

  • Varlıkların kulluk ve itaatle, Allah’a boyun eğmeleri, sevgi,ve saygı göstermeleridir.
  • Allah’a yaklaşmak için, kulluk bilinciyle yapılan birtakım hareket ve davranışlardır.
  • Kişinin Allah’a yaklaşmak için, kulluk bilinciyle yapılan birtakım hareket ve davranışlardır.
  • Kişinin Allah’a teslimiyetini gösteren, beden veya mala yapılan davranışlardır.
  • Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçınmak ve kulluk bilincini salih amellerle ortaya koymaktır.
  • Allah’ın rızasını kazandıracak her türlü hareket, davranış, duygu ve düşüncedir.

MÜMİN, MÜNAFIK, KAFİR VE MÜŞRİK NEDİR?

Mümin

Peygamberimizin Allah’tan alıp insanlara ulaştırdığı dini kabul eden ve buna gönülden inanan kişiye mümin denir.

Kişinin mümin olması onda birtakım özeliklerin gelişmesi sonucunu doğurur. Örneğin, mümin bir kişi, Allah ve resulune düşman olanlarla dostluk etmez.Kazandıklarından Allah yolunda harcar. Namazını kılar, orucunu tutar. Allah’tan başkasına boyun eğmez, yalnızca Rabbine güvenir. Diğer insanlara iyiliği tavsiye eder, kötülüklere engel olmaya çalışır. Allah’ın ayetleri okunduğunda müminin imanı artar, Alah’ın adı anıldığında yüreği titrer. Bu özelliklere sahip mümin ahirette cennet ve oradaki pek çok güzel nimetle mükafatlandırılır.

Münafık

İnanmadığı halde kendini mümin gösteren kimseye münafık denir.

Münafık, müminlerle karşılaştığında “inandım” der, kendi yandaşlarıyla birlikteyken Allah ve müminlerle alay eder. İçten içe müminlere kin besler. Aslında istemediği halde maddi çıkarları için namaz kılar. İnanarak değil, gösteriş için Kur’an’ı kasten yanlış yorumlar. Kötülüğü  yaygınlaştırıp iyiliğe engel olmaya çalışır.

Münafık cimri ve kibirlidir. Sözünde durmaz. Yalan söyler. Emanete hıyanet eder. Haksızlık yapar. Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz.

Dünyada mümin muamelesi görse de Allah katında kafirdir. Ahirette yeri cehennemdir.

Münafıklar İslam toplumu için kafirlerden daha tehlikelidirler. Zira iki yüzlü davrandıkları için tanınmaları  mümkün değildir. İçten içe müslüman toplumunun huzur ve düzenini bozarlar. Bu yüzden ahiretteki cezaları da kafirlerinkinden daha şiddetlidir.

 

Kafir ve Müşrik

Peygamberimizin Allah’tan alıp insanlara ulaştırdığı dini kabul etmeyip inkar eden kimselere kafir denir. Kafir, Allah’ı ayetlerini, peygamberlerini, peygamberlerin tebliğ ettiklerini, Kur’an’ı, melekleri, öldükten sonra dirilmeyi, ahireti inkar eder.

Allah ile, isim ve emirleri ile alay eder. Peygamberlerin yalan söylediğini, Kur’an’ı Allah tarafından gönderilmediğini, ölüm ile  birlikte her şeyin sona ereceğini  iddia eder.

Kafirlerden bazıları Allah’ın eşi, benzeri, ortağı ya da çocuğu olduğuna inanırlar. Onların bu inancına şirk, kendilerine ise müşrik adı verilir.

Müşrikler Allah’ın varlığını inkar etmezler ama O’ndan başka ilahlar olduğunu kabul edip onlara da taparlar.